" Parkın çıkışında durup uzun süre arkasından izledi. Çok değişmişti Leylâ ama ne gariptir ki insanın yürüyüşü hiç değişmiyordu. Etkileyici bir yürüyüşü vardı Leylâ'nın, ardından geleni mıknatıs gibi çekerdi; farkına bile varmadan adımları sıklaştırıp yüzünü görme isteği oluştururdu insanda. Omuzları hep dik, başı vücudundan bir parça geride yürürdü. Uçlarında buklelenen siyah saçları uzun boynunu ve omuzlarını teğet geçip sırtına dökülürdü. Güçlü omuzlarına tezat beli ve kolları incecikti. Leylâ'daki sihirli formül Sevil'in her zaman ilgisini çekmişti. Süzülerek yürürken nasıl olup da bu kadar güçlü görünebiliyordu? İnce uzun bacakları yere kök salmak istercesine sağlam basardı. Efsunlu bir hare taşırdı sanki; Leylâ'yı gören onunla konuşan kayıtsız kalamazdı. Sadece güzelliği ile izah edilemeyecek bir çekiciliği vardı. Zeki, meraklı, heyecanlı ama güven veren; atak ama aynı zamanda zarif bir karakterdi. Sevil böyle sihirli bir birleşimin Tanrı'nın lütfu olduğunu ve Leylâ'nın hayatın hakkını vereceğini düşünürdü. Bir haber merkezinde stajyer olarak işe başladığını söylediği gün, onu dünyayı dolaşırken hayal etmişti Sevil. Yeni yerler, yeni insanlar tanıyacak, gerçeğin peşinde koşacaktı. Bir yıl sonra kutu bebeği olacağı hiç aklına gelmemişti. Sahi hangi ara bu hale gelmişti? "
Hiç aklımda yokken beni romancı kendini de
roman karakteri yapan bu genç kadın, yine hiç aklımda yokken bir blog açmam için
hem ilham kaynağı hem de itici güç oldu. Yaklaşık iki yıl önceydi, kendi
kendimle al takke ver külah hesaplaşmalara boğulmuşken, Leylâ bir düğün
dekorunda çıktı karşıma. Kar beyazı gelinliğinin içindeki hali nedense acı bir
tat bırakmıştı bende, etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Ama onaltı yıl
boyunca bir haberci gibi düşünüp, bir haberciye yakışan söz, eylem ve gerekçeler
üretmeye programlı olan aklım böyle hayal oyunlarına hiç alışkın değildi, dolayısıyla
onu pek ciddiye almadı. Rüya dediğin gece yatınca görülür, sabah uyandığında
hayat tüm gerçekliği ve katılığıyla akmaya devam ederdi. “Akıllı ol” dedim, “Ayakların
yere bassın”... “Basmasa ne olur ki? Bugüne kadar bastı da ne oldu?” demem dört
beş ayımı aldı, o genç kadın ortalarda görünmese de gitmeden önce bir düğmeye
bastığı kesindi. Zaten perdeyi ufacık aralamamla içeri sızıp anlatmaya başlaması
bir oldu. Şimdi dönüp baktığımda bir hayalin peşinden gitmenin ne kadar gerçek
olduğunu görüyorum. O güne kadar görmezden geldiğim nicelerini yaşam bahçesinde
tek başına oynamaya terkettiğimi de düşünmeden edemiyorum. Hayal kurmanın, düşüncelerini
bir kalıba dökmeye çalışmadan dinlemeyi öğrenmenin, kalbini kayıtsız koşulsuz açmanın
–elbette ilk önce kendine- yeryüzünde ruhumuza nefes aldıracak yegâne kanal olduğundan
şüphem yok artık. Böyle başlamamış mıydık? Çocuktuk, kendimizi yargılamadan
hayal kurup, bu hayali dünyada oynardık, mutluluğumuz ve kahkahalarımız tüm
zamanlarımızdan daha gerçekti.
Leyla’nın öyküsüne nokta koyalı epey zaman oldu, o artık kitapçı raflarında ya
da kimbilir hangi okuyuca bıkıp usanmadan anlatmaya devam ediyor, yenileriyle
buluşmak için zaman kolluyor. Ben oyuna yeni arkadaşlarla devam ediyorum.
Sen de var mısın oynayalım?
...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder