31 Ekim 2013 Perşembe

Cadılar Bayramı da ne?

          En çok sonbaharı mı seviyorum ne? Son yazımın üzerinden ilkbaharın coşkusuyla görkemli bir yaz geçmiş ben kalemimi kıpırdatmamışım ama sarı sonbahar için duygularıma klavyemin tuşları yetişmiyor. Aslında Cadılar Bayramı'nı yazacaktım ben döndü dolaştı hazanla buluştu. Az önce bizim sokakta topuklu ayakkabı ve ince çorap giymiş son derece alımlı bir cadı gördüm, bugün cadılar bayramıymış. Geçenlerde bir arkadaşım da "kabak nasıl oyulur?" diye soruyordu çevresine. Bizim çetin ceviz kabaklar Cadılar Bayramı kutlamaya hiç uygun değil diye düşündüm. Bahçe mahsülü hediye bir kabak nicedir balkonumda bekliyor elimi kolumu doğrarım diye kesmeye cesaret edemiyorum nerede kaldı oyması... Zaten ecnebi inanışları hoş karşılanmaz bizim ülkemizde. Fakat ne ilginçtir ki Amerikan kültüründen girişlere karşı son derece geçirgeniz. Bu Cadılar Bayramı'nı da çekici kılan Amerikan boyası parlak ve gösterişli kabuğu olmasın sakın? Tıpkı bu gece partilerde tüketilecek elma şekerleri gibi... Kimsenin Pagan kökenli bir hasat festivaliyle ilgilendiğini sanmıyorum, en azından bizim sokaktaki cadının ilgilenmediği apaçık ortadaydı.


      Benim isyanım da buna: Sonbaharı kutsayıp kutlamayışımıza, yoksa Cadılar Bayramı'nı umursadığım yok.  Hangi mevsimi kutluyoruz ki? diye sormayın buna da yanıtım yok. Sanırım üzerinde çalıştığım romanımın bir karakteri başlattı kafamdaki düşünce yumağını: Site yönetimince düzenlenen her daim yeşil geometrik şekilli bahçesine sonbahar gelmeyen bir kadın; içindeki tabiat özlemiyle sonbahardan da hüzünlü bir büyükşehir kadını... 
      Mütevazı apartmanımızın peyzaj düzenlemesine ayıracak bütçesi yok şükürler olsun, diyorum. Bahçe aldı başını gidiyor. Sezgileriyle ilerleyen apartman görevlimizi çoktan nakavt etti kendi başına yol alıyor artık. Kızılın her tonunu ayrı parlatan hazan yaprakları, yabani sarmaşıklarla sarmaş dolaş dökülüyor duvarlara; ağaçlarla çalılar birbirine girmiş. Toprak hala sıcak, üzerini kuru yapraklar örtmüş ama ağaçların yeşili de tam olarak tükenmemiş. Dalları hurma basmış, parlak sarısından şerbeti damlıyor. Farkında mısınız? Çok özel bir ayı geride bıraktık: Ekim. Adı üstünde, "ne eksen çıkar" demiş sözünü sevdiğimin eskileri, torpakla haşır neşirdi onlar.  




             "Gerçek bir bahçesever için bahçede sonbahar bir renk ve huzur şölenidir"
 diye yazmış Gülnar Önay. Kitabının adı 'Bir Bahçe Kuruyorum'... O da uzun yıllar kent yaşamı içinde ağaçların çiçeklerin  isimlerinden habersiz yaşadıktan sonra muhtemelen tabiat artık onu çağırdığı için -burasını ben uydurdum- kır yaşamına göç etmiş. Ne kadar da iyi etmiş. Okur yazar bir bahçıvanın deneyimlerinin tadına doyum olmuyor. Bahçede sonbahara devam edeyim ve Gülnar Önay'ın satırlarıyla bitireyim, her ne kadar onun duyduğu kokuların bir çoğu buralarda duyulmasa da:
          "Ortalığı kavuran yaz rüzgarı diner, sabah serinliğinde çig tanecikleri belirmeye başlar, tepelerdeki kayaların arasında dağ laleleri sonbaharın ilk müjdesini verir bize. Bahçedeki mevsim çiçekleri, yazın çiçek açan bodur ağaçlar, tırmanan begonviller, baygın kokulu melisalar durgun havanın tadını çıkaran yaseminler, hepsi birden size büyük bir veda ziyafeti vermektedir." 


 


15 Şubat 2013 Cuma

Cesaretin Var mı Aşka?


             

        Bir arkadaşımdan duyduğuma göre insanlar 14 Şubat'ı yalnız geçirmemek için eski sevgilileriyle barışıyorlarmış. Görünüşte bu derece heveslisiyiz aşkın. Aşk ikili ilişkilere giriş kapısı...  Süslü bir paket... Kırmızı bir kalp... İkiliyi sonraki adımlara ikna ediveren hipnotik bir etki...  Oysa insanın programlı olduğu asıl hedef bir ilişki yaşamaktır ve bu bölüm aşk kadar parlak kırmızı değildir. İlişkiler insanlara kendilerini gerçekleştirme olanağı bulacakları yakınlıkları sağlar. Rollo May*'e göre 'yakınlık' 'cesaret' gerektiriyor. Cesaret (ingilizce ve fransızca courage) sözcüğünün,   'kalp' anlamındaki  fransızca 'coeur' kelimesiyle aynı kökten geldiğini biliyor muydunuz? 'Yüreklilik' derler bizde... Kalbin pompaladığı kanla nasıl tüm beden işlerlik kazanıyorsa cesaret de psikolojik erdemleri olanaklı kılar, diyor Rollo May.
           Evet yakınlık cesaret gerektiriyor çünkü risk kaçınılmaz. Bir ilişkinin bize nasıl etki edeceğini daha baştan bilemiyoruz.

        " Kendimizi gerçekleştirirken gelişecek miyiz, yoksa yıkılacak mıyız? Emin olabildiğimiz tek şey, eğer kendimizi ilişkiye iyisine, kötüsüne tüm varlığımızla bırakırsak bundan etkilenmeksizin çıkamayacağımızdır"Rollo May, Yaratma Cesareti, Metis


        Gelin artan yakınlığı açalım biraz. Evlilik, beraberinde getirdiği akrabalık ilişkileri, bunun beraberinde getirdiği yeni yakınlıklar, yeni meydan okumalar, yeni mücadeleler ve yeni denge arayışları. Ayrıca ekonomik ortaklık, ailenin geleceği, evin düzeni, genişleyen aile içinde artan sorumluluklar. Derken ikiyken üç olmak, sonra belki dört, sonra belki beş... Çocukların bakımı, onların geleceği, güvenliği, evin çekip çevrilmesi, giderek kısıtlanan kişisel zamanlara karşın aile içinden artan adanmışlık talebi... Stres, baskı, çatışmalar, ayrı düşmeler, belki küsmeler, belki kavgalar...
       Bunların yanında her aşılan sınavın ardından kendini gerçekleştirmiş olmanın verdiği tarifsiz haz, güçlenme hissi, paylaşmanın dünyaya karşı 'bir' olmanın verdiği huzur duygusu, aile ikliminin yarattığı  güven ve sıcaklık da var elbette.
       Ama "iyisi mi ben bu işlere hiç bulaşmayayım" diyenler gittikçe çoğalıyor günümüzde. Ya da bir tarafımız aşk, yakınlık ararken bilinçaltımız yakın çevreden ya da kendi ailemizden izlediğimiz güçlükleri gizli gizli servise koyuyor. Farkındalığımız düşükse kısmetimizin kapalı olduğu sonucuna varıyoruz hemen.

            "Yakınlık için gereken cesaretin kamçılanmasına engel olmak için günümüzün yaygın pratiği sorunu gövdeye kaydırmak. Onu basit bir fiziksel cesaret haline getirmek. Böylece insanlar bir ilişkinin daha tehlikeli olan yapısından kurtulmak için hemen yatağa atlayarak kısa devre yapıyorlar."✍ Rollo May, Yaratma Cesareti, Metis

        Fakat bütün araştırmalar yakınlık içermeyen seksin süreklilik kazanması halinde kişiyi boşluğa sürüklediğini gösteriyor. Çünkü yüzeysel ilişkiler her ne kadar kişinin bağımsızlığını riske etmeyen konforlu ve keyifli bir ortam sunsa da özünde insan tabiatı bununla ilgilenmiyor. Çünkü her insan kendini gerçekleştirmeye programlıdır. Kıyıdan seyretmek kesmiyor insanoğlunu, suya atlayıp yüzmedikçe yaşadığını hissedemiyor. Gittikçe bireyselleşen insanın en büyük korkusu incinmek. Oysa incinmeyi göze almadan yakınlık kurabilmek mümkün mü? Hangi ilişkiniz (sevgili, arkadaş, anne-baba, vs) size dört mevsim gül bahçesi sundu bugüne kadar?

         İşte bütün bunları bildiği halde, aşkın bir tuzak olduğu apaçık ortadayken dün dünyanın dört bir yanında Ademler ve Havvalar aşkı kutsadılar  bir kez daha. Ekonomik sömürü boyutuyla ilgilenmiyorum, çarşı pazar vaziyetlerimizin doğal bir uzantısı bu, ama aşk konusunda hâlâ samimi ve hâlâ gönüllü insanoğlu. Kimbilir kaç kadın evlenme teklifi aldı dün? Romantizmden sarhoş olan kaç erkeğin aklına bağlanma fikri düştü?
        Bugün 15 Şubat, kırmızı kalpler, çikolatalar, güller, aşk şarkıları dünde kaldı. Şimdi sor bakalım kendine 'her geçen gün artan bir yakınlıkla' Cesaretin Var mı Aşka?



*Rollo May(1909-1994), varoluşçu psikolojinin önde gelen isimlerindendir. Dünyanın en ünlü psikiyatristlerindendir.

24 Ocak 2013 Perşembe

Tarihle bağlantımız yaşanmışlık değil de militanca bir zihniyet olursa...

             Türkiye yüzde bilmem kaç yüz büyüyormuş. Davos'ta bütün ilgi üzerimizdeymiş. Öyle diyor haberlerde. "Dışı sizi yakar içi bizi" dedim kendi kenime. Taşı toprağı altın İstanbul'da toprağı görebildiğimiz tek karış kalmadı, taşı toprağı beton oldu Allah'ın izniyle. Dikine büyüyoruz biz, betona evriliyoruz. İnşaatta sınır tanımadığımız için rekora koşuyoruz.
            Mesela tarihi yarımadada inisiyatifi müteahhite bırakmışız. Kepçenin önüne bir tarihi eser çıkarsa kepçe operatörü Koruma Kurulu'na haber verecekmiş.


          Daha dün okuduğum satırlar geldi aklıma. Mitoloji'nin Gücü adlı kitabın ön sözünde Bill Moyers, "tüm o Yunan zımbırtılarının bugünkü insanla hiçbir ilgisi olmadığı" şeklinde modern görüşe sahip bir arkadaşından bahsederken şunları yazıyor:
          "Bilmediği ise -çoğumuzun bilmediği- tüm o 'zımbırtıların' arkeolojik bir alandaki kırık çömlek parçaları gibi,  inanç sistemimizin duvar çizgilerini çizdiğiydi. Biz yaşayan varlıklar olduğumuz için tüm bu zımbırtıların içinde enerji var."

            Tarihi bir eserle karşılaştığımızda çoğunlukla dışarıdan seyrediyoruz. "Vaaay adamlar ne yapmış, ne uygarlık, atalarımla gurur duydum vs..." gibi yorumlar duyarız müzelerde ya da bizzat dile getiririz. Yaşanmışlığı hatta hayatı geçmişten günümüze taşıyan maddenin içindeki enerjiye hiç kulak vermeyiz. İstanbul'un taşına toprağına karışmış, havasına ruhuna sinmiş yaşanmışlık, bizim bedenimizde de mevcut. İnsanın bedensel evrimi devam etmekte, ruhsal evrimimiz sürmekte. Sıfırdan varolmadık biz,  geçmişimizle bağımız at üstünde kahramanlık öyküleriyle sınırlı değil. İster pagan olsun, ister hıristiyan ister müslüman geçmişte yaşamış her sıradan insanla bağlantımız var bizim; yalnızca padişahlarla, peygamberlerle ya da kahramanlarla değil, her sıradan insanla.
           Yaşanmışlık, dünya deneyimi insandan insana aktarılır, birinci halkada anne-baba var, ikinci halkadan itibaren zincir takip edemeyeceğiniz yerlere uzanmaya başlar. Sizin etinize kanınıza, DNA'nıza işleyen bu gerçeği sınıflandırabilir misiniz?

            Peki bunu reddedersek ne olur? Evrimi de reddetmiş oluruz, bu evrimin bize sunduğu armağanı da. Tekrar yaşamak zorundayızdır artık, geri vitese takıp gerekirse ilkelleşerek  aynı deneyimi sil baştan yaşarız. Şu an karın tokluğunu ve cep doldurmayı öncelik bilen anlayışımız teknolojinin aksine ilkel dönemlere dönüşün işaretleriyle yüklü.
       Hint mitolojisinin insan bedeninde işaretlediği çakralar aslında Maslow'un ihtiyaçlar teorisiyle paraleldir. En aşağıda kuyruk sokumundan başlar, önce bedensel ihtiyaçlar gelir, daha ilkel olanlar, biraz  yükseldikçe güç arayışı ve ancak bunları aşınca kalp çakrasında değişim başlar. Kendini gerçekleştirme arzusu sesini yükseltmeye başlar ama bütünün hayrına olmayacak işler yaparak kendimizi gerçekleştiremeyeceğimizin bilinci de iyice yerleşmiştir artık. Tarih, sanat, insanlık, din, sevgi  de ancak bu çakradan sonra gerçek anlamına kavuşur.
        Türkiye'nin büyümesi de bir gün kalp çakrasına ulaşacak elbette kırıp dökerek yeterince güç kazandıktan sonra ince detaylara geçeceğiz o zaman dönüp arkamızdaki enkaza bakıp gözyaşı dökeceğiz çünkü o zaman enkazın içinizdeki bağlarımızı gerçekten hissetmeye başlamış olacağız.




           

18 Ocak 2013 Cuma

Birand'ın Ölümünün Düşündürdükleri


         Çok tanınmış biriydi o, bu nedenle arkasından herkesin söylecek bir sözü var, bu son derece olağan muhtemelen yaşarken o da bunu biliyordu, tahmin ediyordu. Arkasından methiyeler düzen de var, sözünü sakınmadan yargılayan da. Bu da son derece olağan. Beni asıl düşündüren ölüm karşısındaki tavrımız, çoğunlukla travmatik ve riyakar.
          O kişiyle hayattayken paylaşmadığımız şefkati, yüzüne bir kez bile söylemediklerimizi arkasından gözyaşlarıyla yol yapıyoruz. Bu tam olarak mevtaya duyduğumuz hisleri mi yansıtıyor; yoksa ölüm karşısındaki acizliğimizi ve  yaşama yeterince akıtamadığımız sevgi sebebiyle topluca günah çıkarıyor oluşumuzu mu?   Bilemiyorum.  Söz konusu insan olunca herşey her zaman karmaşıktır. Ve her zaman bir parça da dağınık kalmalı diye düşünüyorum. Her seferinde konuyu bir yere bağlamak ya da kesin yargıya varmak için kendimizi zorlamamalıyız. Hayattaki tek gerçek 'değişimdir' çünkü... Her an her saniye değişiriz biz.
             Bir de diğer tarafa bakalım:  Ölüm söz konusu olduğunda dünya meseleleri sona erer. Burada yaşanan burada kalır, arkada kalanlar olarak bizden beklenen gidenden razı olmaktır. Buna rağmen ölüm karşısında bile öfkesine söz geçiremeyenler olacaktır. İçimizde kalmıştır çünkü; açıklayamadığımız bir yerlere dokunmakta, katlanamadığımız bir şeylere basmakta, bir yarayı kanatmakta, içimizdeki bölünmüşlüğü hatırlatmaktadır bize. Aslında tüm duygularımız gibi bunun da ölen kişiyle hiçbir ilgisi yoktur, ister uzaktan izlediğimiz bir ünlü, ister en yakın hasımımız olsun. Hissettiklerimiz bizimle ilgilidir fakat öfkemiz ölüm karşısında bile dinmiyorsa o zaman bizim için tehlike çanları çalıyordur diye düşünüyorum.
               Riyakarız çünkü ölüm bizim için bir travma, ölen her kim olursa olsun. Riyakarlığımızın sebebi de bu travma, oysa anahtar ne ölenin ne de kendimizin mükemmel olduğunu kabul etmekte. Ne inançlarımız, ne vardığımız yargılar, ne de kabul ettiğimiz doğrular mükemmel.  Yine Carl Gustav Jung'dan bir alıntı, bu aralar çok taktım farkındayım ama hiçbir yere duvar koymadan; sonsuz bir anlayışla sınırsız açıklamalar sunuyor. Ben ne yapabilirim?
 Bakın ömrünün son günlerinde ne yazmış...  


“Kendime hayretle, hayal kırıklığıyla, hoşnutlukla bakıyorum. Kederliyim, bunalımdayım, coşkuluyum. Ben bunların hepsiyim aynı anda, ama toplayıp da sonucunu bulamam. Nihai değer veya değersizliği belirleme yeteneğine sahip değilim; kendim ve hayatım hakkında hiçbir yargım yok. Tamamen emin olduğum hiçbir şey yok. Hiçbir şey hakkında hiçbir kesin kanaatim yok. Yalnızca doğduğumu, varolduğumu biliyorum ve bana öyle geliyor ki bir şekilde taşınıp getirilmişim buraya. Bilmediğim bir şeyin temeli üzerinde yaşıyorum.”

16 Ocak 2013 Çarşamba

Satranç Nedir?



-Kuruluşu bağlamında mekanik ama yanlızca imgelem gücü aracılığıyla etkinlik kazanıyor,
-Geometrik açıdan kaskatı bir uzamla sınırlı ama kombinasyonları bağlamında sınırsız,
-Kendini sürekli geliştiriyor ama durağan,
-Hiçbir yere götürmeyen bir düşünme eylemi,
-Hiçbir şey hesaplamayan bir matematik,
-Eseri bulunmayan bir sanat,
-Özden yoksun bir mimari,
-Varlığı ve oluşu açısından bütün kitaplardan ve eserlerden daha kalıcı,
-Bütün halklara ve zamanlara ait,
-can sıkıntısını öldürmek, duyuları bilemek, ruhu gergin tutmak için dünyaya hangi tanrının getirdiği kimsece bilinmeyen tek oyun...
                                                              diyor Stefan Zweig, bu öyküde...

         İnsanın yeryüzündeki başlıca sorunlarını tek bir öyküde tartışmak ve bunu bir satranç oyununun titizliğiyle kurgulayıp,  aynı zamanda heyecanla bir solukta okunuvermesini mümkün kılmak ancak Zweig gibi bir ustanın harcı olsa gerek. Şiddetle tavsiye edilir.

          Hikaye kısaca şudur :

New York'tan Buenos Aires'e gitmekte olan bir yolcu gemisinde üç kişi: Yeni dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, sıradan bir satranç oyuncusu olan anlatıcı ve esrarlı bir satranç ustası olan Dr. B, tamamen rastlantı eseri karşılaşırlar..... ve olanlar olur

10 Ocak 2013 Perşembe

Kar, Şehir ve Yeniden Doğuş



              Epeydir bir isteksizlik var üzerimde, iki üç aydır sürüyor. Yaşamaya mecalim yok sanki. Rutin 'git-gel'ler olmasa çok rahat eve kapatabilirim kendimi. Elim kolum düşmüş,  gün oluyor üzerimi değiştirmek bile fazla geliyor. Sarınıp sarmalanıp oturmak istiyorum saatlerce. Elim hiçbir işe uzanmıyor.  Bir ara sebepsiz ağrılar bile peydah oldu, doktora görünecek kadar da azıttılar. Fakat tahmin ettiğim gibi hiçbir şey çıkmadı altından. Sonra bir gün:
              "Sonbahar gibiyim"  dedim kendi kendime. Birden bire farkına vardım Ellerim kollarım, sararıp dallarını terkeden yapraklar gibi davranıyordu. Sanki bedenim doğayı taklit ediyordu.
               Kışın adam akıllı bastırmasıyla birlikte ağrılar yok oldu.  Halsizliğim sürmekle birlikte içimde kımıl kımıl bir enerjinin yükseldiğini hissediyorum. Özellikle karın yağdığı günlerde bu his belirgin bir şekilde arttı. Tıpkı dallara yürüyen can suyu gibi bedenim de kendini beslemeye başladı. Henüz büyük adımlara cesareti yok ama acelesi de yok sanırım.
              Şu 'sonbahar' teşhisimden sonra tabiatla bedenim arasındaki iletişime kulak verdim. "Bütün bunları ben mi uyduruyorum?" diye sorguyorum da elbette. Olsa olsa gün ışığından yoksun olmanın yan etkileridirler bunlar, ayrıca etraf mikrop kaynıyor. Öyle değil mi?
              Öyle değildi işte... Öyle gibi görünse de, bu şekilde izah etmek; bir kutu vitaminle dirilmeye çalışmak çok daha kolay ve meşru olsa da bu kez öyle olmadığından neredeyse eminim. Çünkü bu kez bunu anlayacak kadar sessizlik ve sürece kulak verecek kadar zamana sahibim.



                           Yollar açılır açılmaz Emirgan Korusu'na attım kendimi. Şehrin gürültüsünden uzaklaşıp tabiatın sesini duyabildiğim en yakın adres burası, her karışına minnettarım. Fotoğraflar bu sabah çekildi taze taze... 
            Biliyorum, kar yağınca evimizin bahçesi hatta kalabalıktan patlamak üzere olan şehrimizin silueti bile güzel ama iş dinlemeye gelince tabiatın çoğunluğu devralması gerekiyor. Çok beton az ağaç: ı-ıh... Duyulmuyor... 


              Kendimizi her ne kadar beton kutular ve yaşam tarzımızla doğadan izole etsek de biz tabiatın bir parçasıyız. Bedenimiz yüzde yüz organik, dışarıda her ne varsa biz onun bire bir kopyasıyız: Toprağın, suyun, ağacın, havanın, ışığın... Dışarıda her ne oluyorsa bizim içimizde de aynısı oluyor.
            Kış günlerini sıkıntılı ve kasvetli kontenjanından eksiler hanesine yazan tek canlı insanoğlu. Tabiatın geri kalanı huşu içinde bir razı oluşla ölüme ve yeniden doğuşa tanıklık ediyorlar ya da bunun parçası oluyorlar şu günlerde.
            Karar verdim, bu yıl geçiştirmeyeceğim bu mucizeyi. Yorgunluğuna, halsizliğine sızlanmayacağım. Baharı beklemenin sabrına ve yeniden doğuşun sırrına vakıf olacağım.
         
       

         



3 Ocak 2013 Perşembe

Ölümden sonra yaşam var mı? (1)

            Ölümden sonra yaşam var mı?

            Ara ara takarım bu meseleye... Beş on senede bir gelir bana... İnandığım ya da en azından bir süredir hayatımı duygusal anlamda sakin geçirmek için dayandığım inanç kalıbımı veya düşüncelerimi geçiştirme halimi zorlama zamanı gelmiş demektir.
           Önce bir karanlık başlar, sebepsiz, tarifsiz bir huzursuzluk. İnsan ruhuna en büyük işkence belirsizliktir. Bu hayatın nerede devam edeceğine ya da tümüyle son bulacağına dair varolan inancınız, huzurunuzun da garantisidir. Araf'ta kalmak Cehennem'den de beterdir.

            Öte yandan ezbere bir huzur için varoluşumu hiç sorgulamadan, sunulan kalıplar içinde bir ömür geçirmenin de ruhuma ihanet olduğuna inanırım. Bu sebeple zaman zaman karanlıklarda kalmayı, ruhumu ölüm uykusuna yatırmaya tercih ederim.

              Ölümden sonra yaşam var mı? ya bağlayacağım tekrar. Ne zaman kaybolsam yeterli bir süre karanlıkta kaldıktan sonra bir ışık belirir.

             Bu kez o ışık hayatımın ölümle ilgili gidiş-gelişlerle dolu tüm safhalarını aydınlattı diyebilirim.

Jung'un çizdiği bir mandala
              Ve yine Carl Gustav Jung... Yazdığı ne varsa okuduğumu sandığım bu adam kendi hayatını anlatmış ve ben bunu yıllar sonra keşfediyorum. Bu durumun olanaksızlığına bakarak, evrendeki ilahi zamanlamaya bir kez daha hayran kalıyorum. Bunca zaman, bugün kendime sorduğum sorunun yanıtı olarak karşıma çıkmayı beklemiş. Ayrıca daha önce sorduklarımı da yanıtladığını anlayabilmem için o sürenin geçmesi gerekiyormuş, bu yüzden saklanmış. Unutmayalım ki bir kitap sadece bir kitaptır. Onu 'bilgi' haline getiren, okuyucunun kendi zihninde açtığı kapıdır.

               En başından başlamalı çocukluktan. Bize anlatılan ve öğretilenler hayatımızın ilk düşünce nüvesidir. Çocukluğa saplanıp kalanlara da selam olsun bu arada.... Çünkü mesele dönüp dolaşıp buralarda bir yere bağlanacak. Fakat aslolan hedefe varmak değil yolculuktur. Anlayışı, farkındalığı geliştiren, hayatın sunduklarına katkı sağlamayı mümkün kılan, yolculuktur.

             Başlangıçta herşey kimi tablolarda resmedildiği gibiydi, beş altı yaşlarındaydım. En tatlı yeşilin en yumuşak maviyle harmanlanıp uçsuz bucaksız düzlükler şeklinde uzanırken yer yer kristal akan derelerce yarıldığı; ağaçların sonsuz doğurganlığın bereketiyle envai çeşit meyveler sunduğu ve hurilerin etrafımızda pervane olduğu -ki ben lüle lüle saçlı, kanatlı küçük melekleri her zaman hurilere tercih etmişimdir- bir yer bulunduğuna ve bunun da babaannemin bana anlattığı Cennet olduğuna inandığım yıllardı...  Ruhumun en çok burada huzur bulduğunu itiraf etmeliyim ama yolculuk kaçınılmazdır. Tası tarağı toplayıp Cennet'ten çıkmak zorundaydım.

           Jung hayatımın bu safhasını şöyle yorumladı bana ya da ben öyle anladım:

         "Biz ölümden sonraki yaşamla ilgili mitimizi, bilinçdışının ani ortaya çıkışları ve düşlerdeki ipuçlarına dayandırabiliriz. Bu değinmelere, kanıt bir yana bir bilgi değeri bile yüklememiz olanaksızdır ama buna karşın bunlar mitleri genişletmek için uygun kanıtlardır. Araştırıcı zihnin canlılığı için vazgeçilmez olan hammaddeyi sağlarlar. Mitsel imgelerin ara dünyasını kesip attığınız zaman zihin kuramsal katılıklara kurban düşer. Buna karşın mitlerle fazla uğraşmak zayıf ve etkiye açık zihinler için tehlikelidir. Çünkü bu tür zihinlerin belirgin olmayan göndermeleri somut bilgi sanmaları ve yanlızca fantaziler üretmeleri olasılığı vardır."
                                                                  C. Gustav Jung-  Anılar, Düşler, Düşünceler

          Doğanın bereketini teklifsizce sunduğu Cennet gibi yerlerin yeryüzünde de varolduğunu, buna karşın insanların Cennet yerine bilinçli olarak Cehennemi tercih ettiklerini farkettiğim anda düşlerim paramparça oldu. Bilinçaltının karalık dehlizlerine ilk düşüşümdür o yıllar...
         Tümü tek bir yazıya sığmaz, devamı gelecek.