27 Aralık 2012 Perşembe

I Ching ve Ebru bu ay Tempo'da


         I Ching kitabımı alalı neredeyse iki yıl olmuştur.
         Büyük bir hevesle alıp başına çöktüm ama hiçbirşey anlamadım. Anlam veremediğim maniler, karmaşık matematik hesapları, nereden bulacağımı bilemediğim çubuklar, paralar, zavallı gözlerimin netlik ayarı yapmak için paralandığı ufacık tefecik yazılar... Derken bir kenara bıraktım. Fakat zaman geçiyor bir başka kitapta yine çıkıyor karşıma, belki şimdi zamanıdır diye tazelenen bir hevesle tekrar elime alıyorum ama nafile... I Ching bir türlü açmadı kendini bana, ta ki birkaç hafta öncesine kadar.

         Tempo'ya röportaj yapmam gündeme geldiğinde pıt aklıma düşüverdi tekrar. Küçük bir araştırmayla Ebru'ya ulaştım: O aslen jeofizik mühendisi, halen finansçı, taze caz vokal, 10 yıldır I Ching ile ilgileniyor, 4 yıldır da eğitimlerini veriyor.  2012 ile ilgili yazımda isim vermeden size ondan bahsetmiştim. Yeniçağ (New age) akımıyla ilgili sözlerini paylaşmıştım:

            "Uçanlar, kaçanlar, ejderhalar, melekler, haber ilettiğini söyleyen kanallar. O kadar fazla renkli uyaran var ki bizi, ben bunu şuna benzetiyorum: Bir kapının önündesiniz, size ihtiyacınız olan kütüphane o kapının arkasında ama kapının önünde öyle bir şenlik öyle bir parodi dönüyor ki karnaval şeklinde. 'O neymiş? Bu neymiş?' diye bakmaktan içeri giremiyorsunuz. Yeniçağın en büyük tehlikesi bu: kapının önündeki renkli oyunlar bizi çok oyalıyor.  " 






             Ebru ile dergi için buluştuk iki saat konuştuk, sonra birlikte bir seans yaptık. Sonrasında ben tekrar ufaktan yanaşmaya başladım I Ching'e;  ürkütmeden, usul usul. Baktım bu kez oluyor, hiçbir anlam veremediğim sayfalar sanki bir bir perdeyi kaldırıyorlar. Her seferinde 'büyüksün I Ching' diyorum kendi kendime ... Ebruuu, duy bunları:)))
             Bu arada haklı olarak "I Ching de ne?" diye soruyor birçoğunuz: Yanıtı bol ama kısaca anlatması zor ... 
         Bana göre 'kitaplarını beğendiğim yazarların, saygıyla andıkları bir kaynak' olduğu için peşine düştüğüm kitaptı. Şimdi şimdi göstermeye başladığı yüzüyle ise hayatımda değişimlere ön ayak olabilecek sihirli dokunuşları ortaya çıkaran bir bilge kahin.
        Ebru'ya göre 'bir yaşam anahtarı'. Carl Gustav Jung'a eşzamanlılık için esin kaynağı.
        İnternette rastlayabileceğiniz bazı sitelere göreyse tarotun altını tıkladığınızda para atabildiğiniz bir fal sistemi... 
          İyisi mi siz okuyun kendi kararınızı kendiniz verin. Belki insanlığın ortak zihninden akan bu 3000 yıllık mistik kaynak sizin hayatınıza da ışık getirir...  Ayrıntıları Tempo dergisi Ocak sayısında.

Yeni Yıl Dinlencesi ve Geri Dönüş

           


             "Kış dönümü Çin'de yılın dinlenme zamanı olarak kutlanmıştı. Gelenek bugün yeni yıl dinlencesinde yaşıyor. Şimşekle, YÜKSELEN ile simgelenen dirim gücü kışın yer altındadır. Devinim tam başlangıçta olduğundan, dinlenerek güçlendirilmeli. Böylece olgunlaşmadan kullanılarak  tüketilmemiş olur.
               Bu ilke; yani 'kendini yenileyen enerjinin dinlenerek  güçlenmeye bırakılması', bütün benzer durumlara uygulanır. Hastalıktan sonra iyileşmenin geri dönüşü;  yabancılaşmadan, araya soğukluk girmesinden sonra anlayışın, anlaşmanın geri gelmesi gibi ...
              Herşey başlangıçta yumuşakça özenle ele alınmalıdır.
              Böylece geri dönüş çiçeklenmeye yol açabilir"


I Ching  24. hegzagram
Fu  / Geri Dönüş - Dönüm Noktası
(Richard Wilhelm orijinal metinden)
                       

                     Yeni doğan yılı bu hislerle kucaklamamız dileğiyle....


21 Aralık 2012 Cuma

Birkaç iyi adam Birkaç kötü adama karşı



            "Bana mutsuzluk veren insanları hayatımdan çıkardım" dedi arkadaşım. 
             Mücadele ettiği amansız hastalığın sebebini de çaresini de bulmuş olmanın rahatlığı vardı yüzünde. Coşkuyla tebrik ettim onu. Doğru söylüyordu. Kastettiği kişilerle arasında arkadaşımı ezen ve yoran bir ilişki vardı. Yaklaşık on yıl önce yaptığımız bu konuşma, geçenlerde bir kitapta  karşıma çıkan tek cümleyle canlanıverdi: Aynı tekrarları yaşamaktan bıkıp usanan kitap kahramanım “İnsanlardan uzak kaldığım sürece sorun yok” diye sızlanıyordu.   
          Arkadaşıma hoşlanmadığı kişileri başından def etmesini hangi akılla tavsiye ettiğimi hatırlamaya çalıştım: Yaşadıklarının sorumluluğunu çevresine üleştiren güdük bir anlayışın mutsuz temsilcisi olarak hiç şüphesiz. Eğer ona gerçeklerden söz etmeye cesaretim olsaydı, kişilere değil duygularına odaklanmasını söylemem gerekirdi. Bugün bile gayet net bir şekilde hatırlıyorum ki ilişkilerindeki sorun kendini güvensiz ve çaresiz hissetmesinden kaynaklanıyordu. Oysa biz her kahve sohbetimizde aynı insanları dilimize dolayarak onların anlayışsızlığından ve acımasızlığından bahsederdik. Çatışmayı yaratan koşullanmalara, her iki tarafından da artık ezbere verdiği tepkilere bir kez bile değinmemiştik.
            Sorsan dertleşiyorduk işte... Seviyorduk birbirimizi... 



           Günlük hayatta epeyce vaktimizi alan dedikodu müessesesi de bu çark üzerinden geçimini sağlıyor. Çünkü herkesin yakınacağı birkaç kötü adamı ve kendisini sonsuz anlayışla dinleyip her sözüne onay verecek birkaç iyi adamı var. Birbirimize duymak istediklerimizi söylemek üzerine de örtülü bir antlaşma var aramızda: Arkadaşlarımızın her zaman dürüst davranmaları gerekmiyor, her koşulda yanımızda dursunlar, bizimle aynı fikirde olsunlar yeter. Birkez bile "Sorun sende çünkü öz saygın eksik, kendine güvenin yok, şüphecisin, korkuyorsun, bencilsin, kibirlisin, kapris yapıyorsun ya da takıntılısın" diyemedik birbirimize. Hepimizde varolduğu aşikâr hallerimizi duymaya dayanamayız her nedense. Bunları böyle yazmak kolay ancak işitmek zordur. Bir başkasına hele sevdiğin bir insana söylemekse adam akıllı cesaret ister.

            Kimilerine göre dertleşmek içeride biriken fazla tansiyonu atmaya yarıyor. Kesinlikle doğru. Fakat bir solukluk rahatlama uğruna sürekli patlama sınırında yaşıyoruz. Bu palyatif destekler sorunumuza yönelik bir çözüm önerisi sunmadığı gibi onu ortadan kaldırmak gibi bir hedefi de yok çünkü çözümsüzlük bu çemberi besleyen dinamiğin ta kendisi. Al gülüm ver gülüm tarzı dertleşmek işe yaramıyor. Sadece öfkeyi büyütüyor. Bize zaman kaybettiriyor. Günümüzü nasıl geçiriyorsak hayatımızda aynı şekilde geçip gidiyor işte.
            Öyleyse ne yapmalı? Belki de denenmeyeni, bizi korkutanı seçmeliyiz. Biraz kirlenmeyi göze alarak patlamaya izin vermeliyiz. Zaten kapımıza dayanmış bir patlamayı ertelemek onu engellemek anlamına gelmiyor. Er ya da geç başka bir yerde patlayacaktır, arkadaşımın örneğinde olduğu gibi. Fakat bu kez de ortalığı temizlerken dikkat kesilmeliyiz.

            Çoktan kirlettiğimiz eski bezlerle temizlik olmaz, eski alışkanlıklarla yeni bir hayat kurulamaz.
            Kurtulduğumuzu  sandığımız ilişkiler çok geçmeden yeni yüzler takarak geri geleceklerdir.

            Çözüm benim yaşadığım hayatın sorumluluğunu üstlendiğim yerden başlayacaktır. Öz saygımı kazanamadığım sürece beni ezen insanlar etrafımdan hiç eksik olmayacaktır.
             Başkalarının onayına takılıp kaldığım sürece ne bir adım ileri gidebilirim ne
de kendi sözümü söylemeye cesaret edebilirim. 
            Sadece başkalarının ortaya koyduklarını eleştirerek kendi başarısızlığımı katlanılır kırmaya çalışırım.
            Bu kendini aklama çabası, hayatımızı cehenneme çeviren bir kısır döngü yaratıyor. Her zaman haklıyız ya da her zaman madur.  Asla yakanızı bırakmayan birkaç kötü adamla, acınızı uyuşturan birkaç iyi adam bu döngüyü yaşamakta olduğunuzun başlıca kanıtıdır.  Yani arkadaşlarımızla hısımlarımız aynı gerçeğin iki yüzüdür ve aynı amaca hizmet etmektedirler. 
by Arcane-Rhapsody
            Hoşlanmadığımız deneyimlerin sorumluluğunu üstlenmek zordur. Etrafımızda buna bahane olarak göstereceğimiz suçluların bulunması kendimizi aklanmış hissettirir, rahatlatır ancak sorunu ortadan kaldırmaz. Yan etki olarak da insanı kendine karşı körleştirir çünkü kendimize yalan söyleye söyleye, bir süre sonra bunun bir yalan olduğunu da unuturuz. Birkaç kötü adam önümüze çıkıp bize engel olmasa mutlu olacağımıza ya da başkalarına sunulan fırsatlar bize sunulsa büyük büyük işler başaracağımıza gerçekten inanırız.
            Ve tekrar ediyorum: Bunları böylece yazmak kolay ama hayata geçirmek çok zordur.  

17 Aralık 2012 Pazartesi

Masallara İhtiyacımız Kalmadı mı?



            Sex and the City serisinin ilk sinema filminde baş karakter Carrie’nin  arkadaşının küçük kızına Pamuk Prenses’in masalını okuduğu bir sahne var. Masal “ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar” sözleriyle sona erdiğinde, sevdiği adam tarafından nikah masasında henüz terkedilmiş olan genç kadın küçük kıza dönüp çekingen bir tavırla sorar: “Bunların gerçek olmadığını biliyorsun değil mi?” Kız başını sallayarak onaylar.            
             Ve hemen sonra yalvaran bir gülümsemeyle:
             “Bir kez daha...” der.




            Çocuklar belki de sırf sonunu duymak için aynı masalı defalarca okuturlar. Büyüdüklerinde de bu döngü değişmez aslında: Sakınmadan defalarca dalarlar ormanın karanlıklarına, her seferinde büyüsüne kapılıp tereddüt etmeden zehirli elmanın tadına bakarlar ve sevginin dokunuşuyla yeniden dirilinceye kadar mezarda beklemeye razı olurlar.  Defalarca dinledikleri “ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar” cümlesi yolculuk boyunca onlara eşlik eder, güç verir, cesareti ateşler, sabrı çoğaltır. 

            Geçenlerde televizyon dünyasının önde gelen bir ismi yine televizyonda verdiği röportajda masalların çocukların gerçeklik duygusunu zedelediğini savunuyordu. Kendi çocuklarına masal okumadığına dair  açıklamalarını hayretle dinledim. Çok yazık.

            Masallar çocukları hayata hazırlar. Bilinçaltının dilinden konuşur... Gerçeklik duygusunu yitirmiş bazı yetişkinlerin uydurma sandığı bu ortak lisan nesillerdir her çocuğa aynı hikayeyi anlatır. Yürüyecekleri yolu, tadacakları acıyı, düşecekleri karanlığı ve yolculuğun sonunda onları bekleyen hazineyi tarif eder. En klişeleşmiş anlatımla: “yol ne kadar sarp ve dikenli olursa olsun” sonunda mutluluğun kaynağından içeceğini kulaklarına fısıldar. Hayatın zorluklarına rağmen kahramanımız güvendedir.


            Pamuk Prenses’in Grim kardeşlerce yazılan orjinal versiyonunda  kötü kalpli üvey anne de ölmüyor aslında. Tıpkı Sindirella’nın öyküsündeki gibi etkisiz hale getiriliyor. Çünkü kötülük yaşamak zorundadır. Aksi takdirde bütün eksik kalır, denge bozulur, mutlak ve kusursuz olan mevcudiyetini yitirir. 

11 Aralık 2012 Salı

21 Aralık 2012 Söylencesine Katkıda Bulunuyorum

             21 Aralık 2012'de dünyanın sonu gelecek mi? (Şirince'yi muaf tutarak soruyorum) On günlük ömrümüz kaldıysa ne desek boş. Öyle olmadığını varsayarak devam ediyorum.

               Maya Takviminde 21 Aralık 2012 zamanın sonunu işaret ediyor, dünyanın sonunu değil. Zaten son yıllarda Maya kenti Xultun'da yapılan kazılarda 21 Aralık 2012 sonrasına dair tavkvimler de bulunmuş.  Ayrıntısını merak edenler için (http://www.ntvmsnbc.com/id/25347988/)
                  Neyse çok kalmadı bekleyip göreceğiz. İsterseniz yazının bundan sonraki bölümünü 22 Aralık'ta da okuyabilirsiniz.



               Maya Takviminde kastedilen bir güneş çağının kapanıp bir diğerinin açılmasıydı. And Dağları’nın kahinleri bundan yüzyıllar önce 1993- 2012 yılları arasındaki dönemi “Kendimizle Yeniden Tanışma Çağı” olarak tanımlamışlar. İnsanlığın bu sürenin sonunda yeni bir bilinç dönemine geçeceğini kehanet etmişler: Buna Altın Çağ diyorlar.

             İnkalara göre son bin yıldır Demir Çağı yaşanmakta: Soğuk, materyalist, metalik ve doğanın güçlerini egoistçe sömüren bir dönem. Nasıl? Tanıdık geliyor mu?

            Materyalist yaşam insanın kendi ruhuyla ve evrenin ruhuyla bağlantısını kopardı. Tabiat yok, toprak yok, hayvan yok, her yeri ilaçladığımız için sinek, böcek bile yok. Şehrin ışıklarından ve beton yığınından gökyüzü gözükmüyor, izlenecek yıldız yok. Sessizlik yok, yalnızlık yok. Kendini dinlemek delilik, sürüden ayrılmak sakıncalı....

             Kendi tabiatımızdan öyle çok uzaklaştık ki 2012'yi gören Mayalıların -ki insandılar sonuçta- sahip oldukları doğal beceriler,  bizim için mistik oluverdi. Ruh-beden-zihin ilişkisi gizemli konular başlığı altında ilgi çekiyor ancak nedense günlük hayattan ayrı tutulması gerekiyor. Kendi matriksimizin içinde bir robot gibi yaşarken günlük yaşamın akışında insanın kendi gerçekliğiyle bağlantı kurduğu  tek alan olarak içi boşaltılmış dini ritüeller kaldı.

             Ne zaman hatırlıyoruz kendimizi? Ne hissettiğimizi ne istediğimizi ne zaman yokluyoruz? Ölümcül bir hastalığa yakalandığımızı öğrenince? İş ya da sevgili kaybı sonrası? Büyük bir hayalkırıklığı? Boşanma? Depresyon? Neyse ki ilahi işleyiş mükemmel ve ihtiyacımız olanı gözümüze sokuyor. Tüm bu saydığım sıkıntılar özellikle metropollerde yükselişte, varoluşunu sorgulayanların sayısı da... Yani ‘Demir’in soğuğunun en çok hissedildiği, metalik çınlamaların kulak tırmaladığı yerlerde.

        Penny Pierce, insan titreşimlerinin konu edildiği "Frekans" adlı kitabında “Aydınlanmaya kavuşmak, kozmik kanunları anlamak ve bedenimizin birer mabet olduğunu farketmek için 'doğanın yolu'na dönmeliyiz. Her insan kutsal bir tapınaktır ve bu tapınakların mihrabı yürektir” diye yazıyor.  Ne güzel yazıyor...
           Ancak halen devam etmekte olan Yeniçağ Karnavalı kullandığı metod ve yöntemler itibarıyla içsel meselelerin gerçeklikle bağlantısını kopardı: Her isteğini elde etmek, başarıya ve sonsuz mutluluğa ulaşmak, üstün insan olmak, erdemli kişi olup karmaları bitirmek, vs... Bunlar insan doğasıyla uyumlu geliyor mu size? Yeryüzündeki varoluşumun anlamı bu olabilir mi? Bana daha çok egonun Buda kılığına girmiş hali gibi geliyor.

           Bu yönüyle maddecilikten fazla bir farkı yok bana göre.
           "Bir kapının önündeyiz içeride müthiş bir kütüphane var fakat kapının önünde oyalanıyoruz. Uçanı kaçanı seyretmekten bir türlü içeri giremiyoruz" dedi geçenlerde birisi... Yakında bu köşeye de konuk olacak... Ölmez de sağ kalırsak...
       



30 Kasım 2012 Cuma

Sanata Seyirci Kalmayın

         

             Monet sergisine ilgi büyük, hafta içi saat 9 buçuk, kapıda kuyruk var. Girişte sanatçıya esin kaynağı olan Giverny'deki bahçenin duvara yansıtılan dev fotoğrafları karşılıyor bizi. Güzel. Ama bahçe işte. Sunuşa ayrılan iki küçük salonda yığılan kalabalığı aştığımız yerden ressamın bahçesine gerçekten adım atıyoruz. Çünkü biz de artık Monet'nin gözleriyle görüyoruz bahçeyi. Salkım sögütlerin sudaki yansımalarını delen nilüferleri, günbatımındaki ışık oyunlarını hergün, saatlerce izleyen bir adamın deneyimlerini kuşanıyoruz. Renklerin titreşimiyle yarattığı dünyaya girip duygularının titreşimini hissediyoruz. Fırça darbelerindeki hünerden içindeki tutkunun sıcaklığı yayılıyor.
            Oldum olası sanatta soyuttan hoşlanmışımdır çünkü teknikten çok sanatı vareden süreci merak ederim. Sanatçının kanallık ettiği doğal akışı tüm disiplinlerden daha anlamlı buluyorum. Bunlar benim hislerim.
         


        Bu arada biz tabloların başında dikilirken yedi sekiz yaşlarında bir grup çocuk resim defterleri ve boyalarıyla salonun ortasına serilmiş. İçlerinden birinin yanına gidip söğüt yapraklarını boyamasını izledim bir süre. Kendi şaheserine öylesine konsantre olmuştu ki izlediğimi farketmedi bile. Düşünmeden edemedim: Hangi şaheseri izlemek kendi resmini yapmaktan daha fazla keyif verebilir ki?  Biz sanata seyirci kalırken onlar yaşıyordu. 
        Sanatın sanatçıya has bir imtiyaz olduğuna dair inanç insanlığın bilincine öylesine işlemiş ki çocukluk bitince şiir defterlerini, fırçaları otomatikman rafa kaldırıyor, dans etmeyi, oyun oynamayı bırakıyoruz. Buna da olgunlaşmak diyoruz. 
         Oysa biz büyüsek de içimizdeki çocuk hep bıraktığımız yerde duruyor: Her hareketimizde, yaşadığımız her tekrarda, verdiğimiz her tepkide parmağı var onun. Sanat içimizdeki çocukla buluşup el sıkışmamız ve onu ikna etmemiz için de bir imkan sunuyor aslında. Meera Hashimoto bir resim eğitmeni, bakın ne diyor:
        "Benliğinin karanlık köşelerini gerçekten görmek istiyorsan çok fazla enerjiye, karşılaşacağın sorunlarla yüzleşebilmek için de çok fazla içsel ışığa ihtiyacın olacaktır. İşte yaratıcılığın üstlendiği görev de budur: İçindeki güzel tarafı desteklemek. Bu taraf bir kez desteklendi mi, artık o karanlık köşelere külçe gibi bir kalple değil, coşkuyla bakmaya hazırsın demektir."*
*Sanatın Uyanışı, Meera Hashimoto, Butik Yayıncılık 







29 Kasım 2012 Perşembe

Parayla Saadet Oluyormuş

          Sonuçları merak edenlere duyurulur. Parayla saadet bal gibi de oluyormuş. Ama benim paramla değil annemin parasıyla. Yalnız söz konusu olan benim değil Ayşegül'ün saadeti.
       
          Ayşegül anlaşmanın üçüncü günü ipi gevşetti.  "Ama"lar itirazlar ufak ufak kendini göstermeye başlayınca şaşırdım çünkü klinik konusunda çok hevesliydi. Bir iki görmezden geldim ama baktım onun pek umrunda değil. Anlaşmanın bozulduğunu ilan ettiğim zaman öğrendim ki Ayşegül hanım kendine çoktan başka bir finans kaynağı bulmuş. "Anneannem haftaya geliyor zaten benim için para biriktirmiş" deyiverdi. Dediği gibi de oldu, anneanne geldi parayı verdi tıp seti alındı klinik açıldı.


                 Her ne kadar açılışa resmi olarak davet edilmediyse de kurdele kesim töreninde makası Leyla taşıdı, alkışladı, kalabalığın arasına karışıp klinikte bir tur bile attı:)
                Ben cebimden beş kuruş çıkmadan iki üç günü sessiz geçirmenin mutluluğuyla yetindim.
                "Kardeşler arasında olacak bunlar" dedim.  
                Kavga etmeyi bıraktıkları zaman bana karşı birleşecekleri ihtimalini düşünmeyi tercih ederek bugünüme şükrettim. Elden başka ne gelir ki...


19 Kasım 2012 Pazartesi

Parayla Saadet Olur mu?

         Ayşegül ile anlaştık. Eğer kardeşiyle kavga etmezse her günün sonunda 10 lira kazanacak.  Yalnız anlaşmamız bir haftalık, parayı yedi günün sonunda alacak ya da tümüyle kaybedecek. Böylece odasında kurmak istediği oyuncak kliniği için gereken parayı kısa sürede elde edecek. Öneri ondan geldi ancak bu ahlaksız teklifin mimarı benim.

           Geçen kış yoğun kar yağışı sebebiyle dört duvar arasında geçirdiğimiz karne tatilini  katlanılabilir kılmak için -itiraf ediyorum sadece kendi akıl sağlığım için- paranın gücünden medet ummuştum. Her ikisine de ödemelerimi peşin peşin yaptım fakat bütün çocuk yetiştirme disiplinlerince cık cık kınanan metodum tabii ki başarısız oldu. Okulun rehberlik servisine göre de aile saadetimizi pazarlık konusu yapmamalıydım. Haklıydılar. Aradan bir yıl geçti bizim evde değişen birşey yok. Yine de tırım tırım para aranan Ayşegül bu teklifle gelince sakin geçecek akşamların, hafta sonlarının, huzur içinde yenilecek yemeklerin cazibesine kapılmadan edemedim. Suçluyum, 'kabul' dedim. Ayrıca para için bile olsa sakinliğin ve öfke kontrolünün tadına bakmanın Ayşegül'de de farkındalık yaratabileceğini umuyorum, belki de hayal görüyorum.
             Evin en küçüğü olan babamı sakin bir yemek yiyebilmek için bir demir parayla kandırırlarmış. Babam bu hikayeyi her zaman neşeyle anlatırdı bize. Umarım benim kızlarım da bu ahlaksız teklifi ileride hoş bir anı olarak hatırlarlar.
   

           Aslına bakarsanız bizim evdeki çatışma çocukların arasında yaşanmıyor. Onlar birbirlerinden nefret etmek konusunda da kavga konusunda da her zaman fikir birliği içindeler. Çatışma artık kırklı yaşlarını sürmekte oldukları için daha çok sessizlik daha az gürültü talep eden ana babalarıyla hayatlarının en çatışmalı ve gürültülü günlerini yaşamakta olan çocukları arasında yaşanıyor. Biz yorgunuz oysa onlar hayatı prova ediyorlar. Alın size kuşak çatışması. Bizim her türlü kavganın anlamsızlığını idrak ettiğimiz günlerde onlar herşeye kızıyorlar, herkesle yarışıyorlar, hiç sakınmadan kavgaya giriyorlar. Üstelik ana babaları dahil herşeye gıcık olacakları o gıcık zamanlar da çok uzakta değil. Bu durumda önden gidenin görmüş geçirmiş kontenjanından alttan alması gerekiyor başka çözüm yolu da görünmüyor. Ayşegül'e de bunu söylüyorum ama umursamıyor bile öyleyse hükmüm parama geçer diyorum. Göreceğiz bakalım parayla saadet oluyor mu?


     

   

30 Ekim 2012 Salı

Maslak 1453'ten de utanıyorum, kendimden de...

        Bu utancı ilk kez 2000'li yıların başında bir röportaj vesilesiyle gittiğim Nurol Plaza'dan,  kendi evimin de bulunduğu İstinye sırtlarından içerilere arsızca ilerleyen yeni yerleşim bölgesini gördüğüm zaman hissetmiştim. Küçük küçük kutular -yani bloklar- şeklinde genişleyen siteler, deniz kıyısındaki tek tük yerleşimin ardından olanca güzeliği ile başlayan yemyeşil ormana bulaşan gri virüsler gibi göründü gözüme.. Herşeyi yiyip yok eden bir bilgisayar oyunu canavarı gibi gövdesinden daha kocaman açılan ağzıyla yeşile doymayacağı besbelliydi. Gözlerimin ıslandığını hissettim.
          Yıl olmuş 2012... Aynı ormanın daha önce katledilen bölgesinde yaşayanlardan biri olarak yine aynı şeyleri hissediyorum. 12 yıl önce gelmiş olmak ya da kat irtifası vicdanımı susturmuyor.
Kendimden de utanıyorum, Maslak'ta sonu gelmeyen 1400 küsurlardan da...

27 Ekim 2012 Cumartesi

Mona Lisa Gülüşü'nün Düşündürdükleri

          Kimbilir kaçıncı kez karşısında karşısında takılıp kaldım. Bir seyirden diğerine geçen zamanda ne değişiyor bilinmez fakat Mona Lisa Gülüşü her defasında farklı bir tat ve başka izler bırakıyor bende.  Başrolü hakkıyla götürse de buna bir Julia Roberts filmi demek Kristen Dunst ve Marcia Gay Harden başta olmak üzere diğer kadın oyunculara haksızlık olur diye düşünüyorum. Bence bir başka haksızlık da içerik benzerliği sebebiyle bu filmi Ölü Ozanlar Derneği'ni takip ve taklit etmekle suçlayarak bir çırpıda silip atmaktır. Sinema yanlızca hikayeden ibaret değildir; replikler, karakterler, belki alt öyküler, müzik, sahneler -ki bende etkisi bambaşka- ve tüm bunların yanı sıra izleyen kişinin hayal gücünden oluşan bir dünyadır kanımca. Bakın bu kez benimkisi nerelerde takıldı: Bir anne-kız diyaloğu...  Mensup olduğu çevre gereği yaptığı prestij evliliğinde çocukluğundan itibaren beynine işlenen rüya prototipin yerine yalnızlık ve aldatılmadan öte birşey bulamayan gözü yaşlı genç kadın, önünde açık duran Mona Lisa röprodüksüyonunu göstererek annesine mutsuzluğunu anlatmaya çalışıyor.


- Gülümsüyor. Sence mutlu mu?
- Önemli olan kimseye söylememek."
- Mutlu görünüyor. Öyleyse, ne önemi var ki!"
- Kirli çamaşırlarını herkesin önünde yıkayamazsın."

            Bu diyalog beni alıp çook eskilere götürdü. Küçük bir kızken etrafımda geçen nice dertleşmeden bilinçsizce dağarcığıma kattığım 'köşeye sıkışmış kadın' hikayelerinin arasında bir tur attım: Kol kırılsa da yen içinde kalması gerektiği için kocalarının alkol, aldatma, dayak ve benzeri hakaretlerinin ayıbını, en çok da annelerinin dayatması yüzünden üstlenip örtmeye çalışan kadınların çaresizliklerini hatırladım. Anneler kızlarını sevmediği için değil şüphesiz, sadece onlar bu çaresizliği daha da ağır koşullarla deneyimlemiş oldukları için..
           İlerleyen sahnelerde aynı karakteri bu kez annesine meydan okurken görüyoruz fakat yüzünde  hâlâ ondan anlayış dilenen ve onun onayını bekleyen bir ifade gizli. Bu kez de Dr. Louann Brizendine'ın "Kadın Beyni" adlı araştırma kitabı geldi aklıma. Biliyor musunuz, bütün bunlar biz daha kundaktan çıkmadan başlıyormuş. Hayatın ilk üç ayında kız bebeğin göz teması kurma ve bakışma yeteneği yüzde 400 oranında artarken bir erkek bebeğin yüz ifadelerindeki gelişimde, bu süreçte hiçbir ilerleme olmadığını gözlemlemişler. Brizendine "kız bebekler duygusal ifadelerle doğarlar" diyor. Kızların, yüz ifadelerini okumak ve ses tonlarını yorumlamak konusunda gelişmiş olan beyin devreleri, onları, erken yaşta sosyal anlamda başkalarının onayını alıp almadıklarını anlamaya itiyormuş. Bu süreçte onayı en çok aranan kişi şüphesiz anneler. İlerleyen yıllarda da hiç şüphesiz ve daima anneler. Yine aynı araştırmaya göre gözlemleme ve duygusal ipuçlarını yakalama yeteneği sayesinde kız çocuğu annesinin sinir sistemini kendine kopyalıyor.
                Bitirirken, beni bunlar ve daha nice çağrışımlarla yüklü hem anlamlı ve hem de keyifli bir yolculuğa çıkaran filme yapılan eleştirileri hatırlamadan edemiyorum.
           Rilke'nin genç bir şaire cesaret verdiği mektuplarında yazdığı gibi:
"Eleştirici sözler kadar bir sanat yapıtına uzak düşen başka sözler yoktur. Her seferinde ele geçen az ya da çok yanlış anlamadır."

             Hayatımızın anlamını  resmin bütününe bakınca farkederiz ama sanat detaylarda gizlidir. Bakmasını bilene...

19 Ekim 2012 Cuma

İbrahim'e inen Koç

                 "Her din metaforik açıdan doğrudur ama kendi metaforlarına saplanıp kaldığında ve bunları olgular olarak yorumladığında başımız dertte demektir"  diyor yüzyılımızın en büyük mitologlarından ve bana göre kendisi de efsane bir hikaye anlatıcısı olan Joseph Campbell. Metafor başka bir şeyi ima eden, akla getirendir. Metaforun gönderme yaptığı şeyi yani simgeyi olayın kendisi zanneden halimiz için de hoş bir benzetmesi var:
                 "Bu restorana gidip mönüde biftek yazılı olduğu için mönüyü yemeye benziyor."
                 Kurban Bayramı yaklaşırken bir marketin promosyon kataloğunda kıyma makinesini görünce "Biz hapı çoktan yuttuk" diye düşündüm. 'Kurban' metaforu şüphesiz bayramın kendisinden çok daha eski, hatta insanlık tarihi kadar eski.
                Canlılar canlıları -bitki ya da hayvan- yiyerek yaşamını sürdürür. Ritüellerin, dinlerin, efsanelerin, kısacası mitolojinin üzerinde en çok çalıştığı sorunlandan biri de varoluşumuzun bu acımasız ön koşulu ile zihni uzlaştırmaktır.
                İlkel avcıların hayvan tanrılarını onurlandırma törenleri, derken insanların tanrılara kurban edilişi ve nihayet İbrahim'e inen koç...
                Kurban bayramında eziyet gören hayvanlar toplumun vicdanını yaralıyor. Bunun yanı sıra  bir kıyıma son veren yüce bir efsanenin aldığı yara da beni rahatsız ediyor. Eskiden bütün hikayeler insanların zihinlerinde yaşarmış. Dinin ya da efsanelerin bâtınî anlamına bu derece uzak düşerek ucuza et yesek de fakirleşiyoruz.

18 Ekim 2012 Perşembe

Melekler... Allah... Noel Baba...

                                              
             
                  Küçük kızım meleklerin varlığına inanıyor çünkü onlar her yere tüy bırakıyorlarmış:) Tüy toplama akımı çocuklar arasında da yayılıyor anlaşılan. Hiçbir itirazım yok, iyi şansa, güzelliklere inanması benim için yeterli bir kazanç. "Fakat Allah yok" dedi sonra "Neden? Bence var" dedim titrek bir sesle gerisini nasıl getireceğimi bilememenin verdiği tedirginlikle. "Olmaz öyle şey" dedi "Nasıl? Bizim gibi mi? Nerede yaşıyor mesela?" Çok haklıydı, kanıt istiyordu. Cennet-cehennem öykülerinin çocukların psikolojisini nasıl bozduğunu bildiğimden adını bile anmadım. Ayrıca kanıt arayanlarla aramayanlar arasındaki itiş-kakış yüzünden, Adem ve Havva'nın bir zamanlar bilgelikle dolu olan,  o muhteşem hikayeleri tiftik tiftik edilip tadı kaçalı çok olmuştu. 

           Kızım masallardaki dünya ile yaşadığımız dünyanın birbirinden farklı olduğuna ikna olmuştu... Bizim uçamıyor olmamız peri tozunun gerçek olmadığı anlamına gelmiyordu mesela. "Bir de ayrıca Allah'ın yaşadığı dünya var" desem  sorusu kestirmeden yanıtlanmış olacaktı. Fakat sadece kendi içinde bulabileceği bir gerçek için ona kanıt uydurmaya hakkım var mıydı? Ayrıca birşeyi gerçek yapan da sadece ve sadece ona duyulan inanç değil miydi? Yönlendirme değil belki ama onu biraz cesaretlendirebilirdim eğer bu konuşma taksiden inerken para çıkarma telaşım sırasında yaşanmış olmasaydı. Sonra bu hikayeye rastladım. Meleklerden bir tüy gibi geldi bana:)

             1987 yılında küçük bir kız çocuğu New York Sun gazetesine arkadaşlarının ona Noel Baba'nın uydurma olduğunu söylediklerini yazıyor. Gazetenin ona gerçeği açıklamasını istiyor. Ve Sun bence takdire değer bir karar alarak kıza şu yanıtı veriyor: 
"Sevgili Virginia, arkadaşların yanılıyorlar. Onlar bu kuşkucu zamanların kuşkucu düşüncelerin kurbanlarıdır. Sadece gördükleri şeye inanırlar. Oysa Sevgili Virginia, Noel Baba vardır. Nasıl ki aşk, cömertlik, saygı varsa o da vardır. Ve sen onların var olduklarını bilirsen onlar çoğalır. Onlar insanın hayatına güzellik ve neşe katarlar. Çünkü en gerçek olan şey ne büyüklerin ne de çocukların görebildikleridir. 

9 Ekim 2012 Salı

Harika bir kitap, etkileyici bir film




             Bir kanser hastasının kemoterapi günlüğü şeklinde kaleme aldığı satırların bana yaşama sevinci verdiğini söylesem bilmem inanır mısınız? Okuyun ve karar verin:
         "Daima boşalan bir aklın, giderek daha az çatışmalı bir yüreğin ve her zamankinden daha hızlı akan zamanın tadını çıkarıyordum."   
            Bu satırların saçlarını, çokça anlam yüklediği kaşlarını ve öğrencilik yıllarından beri kesmediği bıyıklarını hep birden kaybetmiş; bununla da kalmayıp cildinin sağlıklı rengiyle koku ve tad alma duyusunu da kemoterapi koltuğunda rehin bırakmış bir adamın hissizleşen parmak uçlarından döküldüğünü gözünüzde canlandırarak bir kez daha okuyun.
            Her gün herşeyin ne kadar daha kötüye gittiğine dair rapor vermeyi görev edinen yüzlere ve ekranlara karşı artan  tahammülsüzlüğüme ilaç gibi geldi Terzani,  benim yerime haykırıverdi: Kötüye giden tek şey sensin!  
          İtalyan asıllı uluslararası gazeteci Tiziano Terzani'nin kanser tedavisi için gittiği NewYork'ta kendi tercihi doğrultusunda yalnız başına kaldığı tek odalı daracık dairenin küçük camından güneşin doğuşuna ve batışına yazdığı güzellemeyi okuyunca gerçek özgürlüğü bir kez daha hissettim. Evet özgürlüğe sahip olamazsınız, hissedebilirsiniz, bunu tercih edebilirsiniz ancak. Zira insan zaten sahip olduğu birşeyi tekrar nasıl edinebilir ki? Kemoterapiden sonraki en ağır yorgunluk günlerinde bile sırf bedenini bir nefret nesnesiymiş gibi görmemek için parktaki gezintilerine ve yürüyüşlerine devam ederken "Kimi zaman kendimi inandırmakta güçlük çeksem de eninde sonunda sahip olduğum tek beden buydu ve onu dinç tutmak yapabileceğim en iyi şeydi" diyor. Bütün günlük faaliyetlerini, size daha anlamlı yaşamak için ilham kaynağı olacak sayısız ayrıntıyla örerek anlatıyor. Kanser olmanın acınası hallerini değil ayrıcalıklarını görmeyi seçiyor:
            “Kanserle birlikte artık kendimi hiçbir konuda görevli hissetmeme, suçluluk duymama hakkını elde etmiştim. Mutlak özgürleşmiştim. Tuhaf görünebilir ve kimi zaman bana da tuhaf görünüyor ama mutluydum.”
            Aslında geçen haftalarda,  Terzani'nin son günlerinden bir kesit aktaran biyografik filmde kendisini canlandıran Bruno Ganz'ın performansı yakaladı beni. Bruno Ganzzzzzz, İtalyan asıllı İsviçreli muazzam bir aktör, bu yazıya hedefini şaşırtabilecek derecede etkileyici.
“Son Değil Başlangıç” adlı bu film beni, Terzani'nin Türkçeye çevrilmiş tek kitabına götürdü "Atlıkarıncada bir tur daha": Her cümlesi ilham ve bilgelik dolu bir veda metni. “Uzatma da, kanserden ölmüş mü?” diye soracak olursanız ki bunca girizgâhtan sonra haklısınızdır, size yine Terzani’den bir yanıt vereyim: “Evet ölmüş çünkü  doğmuştu.” Önemli olan doğumun ve ölümün hayatın iki ayrı görünüşü olduğunu anlayabilmekmiş; doğarken hepimizin başladığı yolculuğun gerçek hedefi bir şekilde bu kavrayışı yakalayabilmekmiş: Dışarıdan içeriye, küçükten büyüğe...
               Terzani’nin vedası kemoterapi günleriyle sınırlı değil, bu sadece bir başlangıç. “Ben sadece iyileştirilecek bir beden değilim” dediyse de batılı doktorlarını eğlendirmekten öteye geçemediğini görünce, aynı zamanda bir ruh, öyküler, deneyimler, duygular,  düşünceler ve heyecanlar birikimi olduğunu ispatlamak ve bunun hastalığı ile ilişkisini keşfetmek üzere ‘Atlıkarınca üzerinde son bir tur’a daha çıkıyor; kendini tekrar etmemek kararlılığıyla.  Hindistan’dan Tayland’a, Filipinler’den Himalayalar’a uzanan 654 sayfalık derinlikli bir yolculuk. Evet biraz meşakkatli bir okuma fakat yıllarca Der Spigel, La Reppublica, Corriere della Sera gibi uluslararası yayın organlarında Asya muhabirliğini yürüten  Terzani’nin pürüzsüz dili, deneyimi, gözlem yeteneği ve kuvvetli anlatımıyla su gibi akıyor. Son zamanlarda kitapçı raflarında pıtırak gibi türeyen kes-yapıştır Zen kolaycılığının ağzınıza çaldığı bir parmak balın yerine “Atlıkarıncada bir tur daha” keyif, farkındalık ve yüksek anlayış vaadediyor.   Eren Yücesan Cendey’in keyifli çevirisiyle… 

4 Ekim 2012 Perşembe

LEYLÂ'YI TAKDİMİMDİR




        " Parkın çıkışında durup uzun süre arkasından izledi. Çok değişmişti Leylâ ama ne gariptir ki insanın yürüyüşü hiç değişmiyordu. Etkileyici bir yürüyüşü vardı Leylâ'nın, ardından geleni mıknatıs gibi çekerdi; farkına bile varmadan adımları sıklaştırıp yüzünü görme isteği oluştururdu insanda. Omuzları hep dik, başı vücudundan bir parça geride yürürdü. Uçlarında buklelenen siyah saçları uzun boynunu ve omuzlarını teğet geçip sırtına dökülürdü. Güçlü omuzlarına tezat beli ve kolları incecikti. Leylâ'daki sihirli formül Sevil'in her zaman ilgisini çekmişti. Süzülerek yürürken nasıl olup da bu kadar güçlü görünebiliyordu? İnce uzun bacakları yere kök salmak istercesine sağlam basardı. Efsunlu bir hare taşırdı sanki; Leylâ'yı gören onunla konuşan kayıtsız kalamazdı. Sadece güzelliği ile izah edilemeyecek bir çekiciliği vardı. Zeki, meraklı, heyecanlı ama güven veren; atak ama aynı zamanda zarif bir karakterdi. Sevil böyle sihirli bir birleşimin Tanrı'nın lütfu olduğunu ve Leylâ'nın hayatın hakkını vereceğini düşünürdü. Bir haber merkezinde stajyer olarak işe başladığını söylediği gün, onu dünyayı dolaşırken hayal etmişti Sevil. Yeni yerler, yeni insanlar tanıyacak, gerçeğin peşinde koşacaktı. Bir yıl sonra kutu bebeği olacağı hiç aklına gelmemişti. Sahi hangi ara bu hale gelmişti? "


             Hiç aklımda yokken beni romancı kendini de roman karakteri yapan bu genç kadın, yine hiç aklımda yokken bir blog açmam için hem ilham kaynağı hem de itici güç oldu.  Yaklaşık iki yıl önceydi, kendi kendimle al takke ver külah hesaplaşmalara boğulmuşken, Leylâ bir düğün dekorunda çıktı karşıma. Kar beyazı gelinliğinin içindeki hali nedense acı bir tat bırakmıştı bende, etkilendiğimi itiraf etmeliyim.  Ama onaltı yıl boyunca bir haberci gibi düşünüp, bir haberciye yakışan söz, eylem ve gerekçeler üretmeye programlı olan aklım böyle hayal oyunlarına hiç alışkın değildi, dolayısıyla onu pek ciddiye almadı. Rüya dediğin gece yatınca görülür, sabah uyandığında hayat tüm gerçekliği ve katılığıyla akmaya devam ederdi. “Akıllı ol” dedim, “Ayakların yere bassın”... “Basmasa ne olur ki? Bugüne kadar bastı da ne oldu?” demem dört beş ayımı aldı, o genç kadın ortalarda görünmese de gitmeden önce bir düğmeye bastığı kesindi. Zaten perdeyi ufacık aralamamla içeri sızıp anlatmaya başlaması bir oldu. Şimdi dönüp baktığımda bir hayalin peşinden gitmenin ne kadar gerçek olduğunu görüyorum. O güne kadar görmezden geldiğim nicelerini yaşam bahçesinde tek başına oynamaya terkettiğimi de düşünmeden edemiyorum. Hayal kurmanın, düşüncelerini bir kalıba dökmeye çalışmadan dinlemeyi öğrenmenin, kalbini kayıtsız koşulsuz açmanın –elbette ilk önce kendine- yeryüzünde ruhumuza nefes aldıracak yegâne kanal olduğundan şüphem yok artık.  Böyle başlamamış mıydık? Çocuktuk, kendimizi yargılamadan hayal kurup, bu hayali dünyada oynardık, mutluluğumuz ve kahkahalarımız tüm zamanlarımızdan daha gerçekti.
            Leyla’nın öyküsüne nokta koyalı epey zaman oldu, o artık kitapçı raflarında ya da kimbilir hangi okuyuca bıkıp usanmadan anlatmaya devam ediyor, yenileriyle buluşmak için zaman kolluyor. Ben oyuna yeni arkadaşlarla devam ediyorum. 
Sen de var mısın oynayalım? ...