27 Aralık 2012 Perşembe

I Ching ve Ebru bu ay Tempo'da


         I Ching kitabımı alalı neredeyse iki yıl olmuştur.
         Büyük bir hevesle alıp başına çöktüm ama hiçbirşey anlamadım. Anlam veremediğim maniler, karmaşık matematik hesapları, nereden bulacağımı bilemediğim çubuklar, paralar, zavallı gözlerimin netlik ayarı yapmak için paralandığı ufacık tefecik yazılar... Derken bir kenara bıraktım. Fakat zaman geçiyor bir başka kitapta yine çıkıyor karşıma, belki şimdi zamanıdır diye tazelenen bir hevesle tekrar elime alıyorum ama nafile... I Ching bir türlü açmadı kendini bana, ta ki birkaç hafta öncesine kadar.

         Tempo'ya röportaj yapmam gündeme geldiğinde pıt aklıma düşüverdi tekrar. Küçük bir araştırmayla Ebru'ya ulaştım: O aslen jeofizik mühendisi, halen finansçı, taze caz vokal, 10 yıldır I Ching ile ilgileniyor, 4 yıldır da eğitimlerini veriyor.  2012 ile ilgili yazımda isim vermeden size ondan bahsetmiştim. Yeniçağ (New age) akımıyla ilgili sözlerini paylaşmıştım:

            "Uçanlar, kaçanlar, ejderhalar, melekler, haber ilettiğini söyleyen kanallar. O kadar fazla renkli uyaran var ki bizi, ben bunu şuna benzetiyorum: Bir kapının önündesiniz, size ihtiyacınız olan kütüphane o kapının arkasında ama kapının önünde öyle bir şenlik öyle bir parodi dönüyor ki karnaval şeklinde. 'O neymiş? Bu neymiş?' diye bakmaktan içeri giremiyorsunuz. Yeniçağın en büyük tehlikesi bu: kapının önündeki renkli oyunlar bizi çok oyalıyor.  " 






             Ebru ile dergi için buluştuk iki saat konuştuk, sonra birlikte bir seans yaptık. Sonrasında ben tekrar ufaktan yanaşmaya başladım I Ching'e;  ürkütmeden, usul usul. Baktım bu kez oluyor, hiçbir anlam veremediğim sayfalar sanki bir bir perdeyi kaldırıyorlar. Her seferinde 'büyüksün I Ching' diyorum kendi kendime ... Ebruuu, duy bunları:)))
             Bu arada haklı olarak "I Ching de ne?" diye soruyor birçoğunuz: Yanıtı bol ama kısaca anlatması zor ... 
         Bana göre 'kitaplarını beğendiğim yazarların, saygıyla andıkları bir kaynak' olduğu için peşine düştüğüm kitaptı. Şimdi şimdi göstermeye başladığı yüzüyle ise hayatımda değişimlere ön ayak olabilecek sihirli dokunuşları ortaya çıkaran bir bilge kahin.
        Ebru'ya göre 'bir yaşam anahtarı'. Carl Gustav Jung'a eşzamanlılık için esin kaynağı.
        İnternette rastlayabileceğiniz bazı sitelere göreyse tarotun altını tıkladığınızda para atabildiğiniz bir fal sistemi... 
          İyisi mi siz okuyun kendi kararınızı kendiniz verin. Belki insanlığın ortak zihninden akan bu 3000 yıllık mistik kaynak sizin hayatınıza da ışık getirir...  Ayrıntıları Tempo dergisi Ocak sayısında.

Yeni Yıl Dinlencesi ve Geri Dönüş

           


             "Kış dönümü Çin'de yılın dinlenme zamanı olarak kutlanmıştı. Gelenek bugün yeni yıl dinlencesinde yaşıyor. Şimşekle, YÜKSELEN ile simgelenen dirim gücü kışın yer altındadır. Devinim tam başlangıçta olduğundan, dinlenerek güçlendirilmeli. Böylece olgunlaşmadan kullanılarak  tüketilmemiş olur.
               Bu ilke; yani 'kendini yenileyen enerjinin dinlenerek  güçlenmeye bırakılması', bütün benzer durumlara uygulanır. Hastalıktan sonra iyileşmenin geri dönüşü;  yabancılaşmadan, araya soğukluk girmesinden sonra anlayışın, anlaşmanın geri gelmesi gibi ...
              Herşey başlangıçta yumuşakça özenle ele alınmalıdır.
              Böylece geri dönüş çiçeklenmeye yol açabilir"


I Ching  24. hegzagram
Fu  / Geri Dönüş - Dönüm Noktası
(Richard Wilhelm orijinal metinden)
                       

                     Yeni doğan yılı bu hislerle kucaklamamız dileğiyle....


21 Aralık 2012 Cuma

Birkaç iyi adam Birkaç kötü adama karşı



            "Bana mutsuzluk veren insanları hayatımdan çıkardım" dedi arkadaşım. 
             Mücadele ettiği amansız hastalığın sebebini de çaresini de bulmuş olmanın rahatlığı vardı yüzünde. Coşkuyla tebrik ettim onu. Doğru söylüyordu. Kastettiği kişilerle arasında arkadaşımı ezen ve yoran bir ilişki vardı. Yaklaşık on yıl önce yaptığımız bu konuşma, geçenlerde bir kitapta  karşıma çıkan tek cümleyle canlanıverdi: Aynı tekrarları yaşamaktan bıkıp usanan kitap kahramanım “İnsanlardan uzak kaldığım sürece sorun yok” diye sızlanıyordu.   
          Arkadaşıma hoşlanmadığı kişileri başından def etmesini hangi akılla tavsiye ettiğimi hatırlamaya çalıştım: Yaşadıklarının sorumluluğunu çevresine üleştiren güdük bir anlayışın mutsuz temsilcisi olarak hiç şüphesiz. Eğer ona gerçeklerden söz etmeye cesaretim olsaydı, kişilere değil duygularına odaklanmasını söylemem gerekirdi. Bugün bile gayet net bir şekilde hatırlıyorum ki ilişkilerindeki sorun kendini güvensiz ve çaresiz hissetmesinden kaynaklanıyordu. Oysa biz her kahve sohbetimizde aynı insanları dilimize dolayarak onların anlayışsızlığından ve acımasızlığından bahsederdik. Çatışmayı yaratan koşullanmalara, her iki tarafından da artık ezbere verdiği tepkilere bir kez bile değinmemiştik.
            Sorsan dertleşiyorduk işte... Seviyorduk birbirimizi... 



           Günlük hayatta epeyce vaktimizi alan dedikodu müessesesi de bu çark üzerinden geçimini sağlıyor. Çünkü herkesin yakınacağı birkaç kötü adamı ve kendisini sonsuz anlayışla dinleyip her sözüne onay verecek birkaç iyi adamı var. Birbirimize duymak istediklerimizi söylemek üzerine de örtülü bir antlaşma var aramızda: Arkadaşlarımızın her zaman dürüst davranmaları gerekmiyor, her koşulda yanımızda dursunlar, bizimle aynı fikirde olsunlar yeter. Birkez bile "Sorun sende çünkü öz saygın eksik, kendine güvenin yok, şüphecisin, korkuyorsun, bencilsin, kibirlisin, kapris yapıyorsun ya da takıntılısın" diyemedik birbirimize. Hepimizde varolduğu aşikâr hallerimizi duymaya dayanamayız her nedense. Bunları böyle yazmak kolay ancak işitmek zordur. Bir başkasına hele sevdiğin bir insana söylemekse adam akıllı cesaret ister.

            Kimilerine göre dertleşmek içeride biriken fazla tansiyonu atmaya yarıyor. Kesinlikle doğru. Fakat bir solukluk rahatlama uğruna sürekli patlama sınırında yaşıyoruz. Bu palyatif destekler sorunumuza yönelik bir çözüm önerisi sunmadığı gibi onu ortadan kaldırmak gibi bir hedefi de yok çünkü çözümsüzlük bu çemberi besleyen dinamiğin ta kendisi. Al gülüm ver gülüm tarzı dertleşmek işe yaramıyor. Sadece öfkeyi büyütüyor. Bize zaman kaybettiriyor. Günümüzü nasıl geçiriyorsak hayatımızda aynı şekilde geçip gidiyor işte.
            Öyleyse ne yapmalı? Belki de denenmeyeni, bizi korkutanı seçmeliyiz. Biraz kirlenmeyi göze alarak patlamaya izin vermeliyiz. Zaten kapımıza dayanmış bir patlamayı ertelemek onu engellemek anlamına gelmiyor. Er ya da geç başka bir yerde patlayacaktır, arkadaşımın örneğinde olduğu gibi. Fakat bu kez de ortalığı temizlerken dikkat kesilmeliyiz.

            Çoktan kirlettiğimiz eski bezlerle temizlik olmaz, eski alışkanlıklarla yeni bir hayat kurulamaz.
            Kurtulduğumuzu  sandığımız ilişkiler çok geçmeden yeni yüzler takarak geri geleceklerdir.

            Çözüm benim yaşadığım hayatın sorumluluğunu üstlendiğim yerden başlayacaktır. Öz saygımı kazanamadığım sürece beni ezen insanlar etrafımdan hiç eksik olmayacaktır.
             Başkalarının onayına takılıp kaldığım sürece ne bir adım ileri gidebilirim ne
de kendi sözümü söylemeye cesaret edebilirim. 
            Sadece başkalarının ortaya koyduklarını eleştirerek kendi başarısızlığımı katlanılır kırmaya çalışırım.
            Bu kendini aklama çabası, hayatımızı cehenneme çeviren bir kısır döngü yaratıyor. Her zaman haklıyız ya da her zaman madur.  Asla yakanızı bırakmayan birkaç kötü adamla, acınızı uyuşturan birkaç iyi adam bu döngüyü yaşamakta olduğunuzun başlıca kanıtıdır.  Yani arkadaşlarımızla hısımlarımız aynı gerçeğin iki yüzüdür ve aynı amaca hizmet etmektedirler. 
by Arcane-Rhapsody
            Hoşlanmadığımız deneyimlerin sorumluluğunu üstlenmek zordur. Etrafımızda buna bahane olarak göstereceğimiz suçluların bulunması kendimizi aklanmış hissettirir, rahatlatır ancak sorunu ortadan kaldırmaz. Yan etki olarak da insanı kendine karşı körleştirir çünkü kendimize yalan söyleye söyleye, bir süre sonra bunun bir yalan olduğunu da unuturuz. Birkaç kötü adam önümüze çıkıp bize engel olmasa mutlu olacağımıza ya da başkalarına sunulan fırsatlar bize sunulsa büyük büyük işler başaracağımıza gerçekten inanırız.
            Ve tekrar ediyorum: Bunları böylece yazmak kolay ama hayata geçirmek çok zordur.  

17 Aralık 2012 Pazartesi

Masallara İhtiyacımız Kalmadı mı?



            Sex and the City serisinin ilk sinema filminde baş karakter Carrie’nin  arkadaşının küçük kızına Pamuk Prenses’in masalını okuduğu bir sahne var. Masal “ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar” sözleriyle sona erdiğinde, sevdiği adam tarafından nikah masasında henüz terkedilmiş olan genç kadın küçük kıza dönüp çekingen bir tavırla sorar: “Bunların gerçek olmadığını biliyorsun değil mi?” Kız başını sallayarak onaylar.            
             Ve hemen sonra yalvaran bir gülümsemeyle:
             “Bir kez daha...” der.




            Çocuklar belki de sırf sonunu duymak için aynı masalı defalarca okuturlar. Büyüdüklerinde de bu döngü değişmez aslında: Sakınmadan defalarca dalarlar ormanın karanlıklarına, her seferinde büyüsüne kapılıp tereddüt etmeden zehirli elmanın tadına bakarlar ve sevginin dokunuşuyla yeniden dirilinceye kadar mezarda beklemeye razı olurlar.  Defalarca dinledikleri “ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar” cümlesi yolculuk boyunca onlara eşlik eder, güç verir, cesareti ateşler, sabrı çoğaltır. 

            Geçenlerde televizyon dünyasının önde gelen bir ismi yine televizyonda verdiği röportajda masalların çocukların gerçeklik duygusunu zedelediğini savunuyordu. Kendi çocuklarına masal okumadığına dair  açıklamalarını hayretle dinledim. Çok yazık.

            Masallar çocukları hayata hazırlar. Bilinçaltının dilinden konuşur... Gerçeklik duygusunu yitirmiş bazı yetişkinlerin uydurma sandığı bu ortak lisan nesillerdir her çocuğa aynı hikayeyi anlatır. Yürüyecekleri yolu, tadacakları acıyı, düşecekleri karanlığı ve yolculuğun sonunda onları bekleyen hazineyi tarif eder. En klişeleşmiş anlatımla: “yol ne kadar sarp ve dikenli olursa olsun” sonunda mutluluğun kaynağından içeceğini kulaklarına fısıldar. Hayatın zorluklarına rağmen kahramanımız güvendedir.


            Pamuk Prenses’in Grim kardeşlerce yazılan orjinal versiyonunda  kötü kalpli üvey anne de ölmüyor aslında. Tıpkı Sindirella’nın öyküsündeki gibi etkisiz hale getiriliyor. Çünkü kötülük yaşamak zorundadır. Aksi takdirde bütün eksik kalır, denge bozulur, mutlak ve kusursuz olan mevcudiyetini yitirir. 

11 Aralık 2012 Salı

21 Aralık 2012 Söylencesine Katkıda Bulunuyorum

             21 Aralık 2012'de dünyanın sonu gelecek mi? (Şirince'yi muaf tutarak soruyorum) On günlük ömrümüz kaldıysa ne desek boş. Öyle olmadığını varsayarak devam ediyorum.

               Maya Takviminde 21 Aralık 2012 zamanın sonunu işaret ediyor, dünyanın sonunu değil. Zaten son yıllarda Maya kenti Xultun'da yapılan kazılarda 21 Aralık 2012 sonrasına dair tavkvimler de bulunmuş.  Ayrıntısını merak edenler için (http://www.ntvmsnbc.com/id/25347988/)
                  Neyse çok kalmadı bekleyip göreceğiz. İsterseniz yazının bundan sonraki bölümünü 22 Aralık'ta da okuyabilirsiniz.



               Maya Takviminde kastedilen bir güneş çağının kapanıp bir diğerinin açılmasıydı. And Dağları’nın kahinleri bundan yüzyıllar önce 1993- 2012 yılları arasındaki dönemi “Kendimizle Yeniden Tanışma Çağı” olarak tanımlamışlar. İnsanlığın bu sürenin sonunda yeni bir bilinç dönemine geçeceğini kehanet etmişler: Buna Altın Çağ diyorlar.

             İnkalara göre son bin yıldır Demir Çağı yaşanmakta: Soğuk, materyalist, metalik ve doğanın güçlerini egoistçe sömüren bir dönem. Nasıl? Tanıdık geliyor mu?

            Materyalist yaşam insanın kendi ruhuyla ve evrenin ruhuyla bağlantısını kopardı. Tabiat yok, toprak yok, hayvan yok, her yeri ilaçladığımız için sinek, böcek bile yok. Şehrin ışıklarından ve beton yığınından gökyüzü gözükmüyor, izlenecek yıldız yok. Sessizlik yok, yalnızlık yok. Kendini dinlemek delilik, sürüden ayrılmak sakıncalı....

             Kendi tabiatımızdan öyle çok uzaklaştık ki 2012'yi gören Mayalıların -ki insandılar sonuçta- sahip oldukları doğal beceriler,  bizim için mistik oluverdi. Ruh-beden-zihin ilişkisi gizemli konular başlığı altında ilgi çekiyor ancak nedense günlük hayattan ayrı tutulması gerekiyor. Kendi matriksimizin içinde bir robot gibi yaşarken günlük yaşamın akışında insanın kendi gerçekliğiyle bağlantı kurduğu  tek alan olarak içi boşaltılmış dini ritüeller kaldı.

             Ne zaman hatırlıyoruz kendimizi? Ne hissettiğimizi ne istediğimizi ne zaman yokluyoruz? Ölümcül bir hastalığa yakalandığımızı öğrenince? İş ya da sevgili kaybı sonrası? Büyük bir hayalkırıklığı? Boşanma? Depresyon? Neyse ki ilahi işleyiş mükemmel ve ihtiyacımız olanı gözümüze sokuyor. Tüm bu saydığım sıkıntılar özellikle metropollerde yükselişte, varoluşunu sorgulayanların sayısı da... Yani ‘Demir’in soğuğunun en çok hissedildiği, metalik çınlamaların kulak tırmaladığı yerlerde.

        Penny Pierce, insan titreşimlerinin konu edildiği "Frekans" adlı kitabında “Aydınlanmaya kavuşmak, kozmik kanunları anlamak ve bedenimizin birer mabet olduğunu farketmek için 'doğanın yolu'na dönmeliyiz. Her insan kutsal bir tapınaktır ve bu tapınakların mihrabı yürektir” diye yazıyor.  Ne güzel yazıyor...
           Ancak halen devam etmekte olan Yeniçağ Karnavalı kullandığı metod ve yöntemler itibarıyla içsel meselelerin gerçeklikle bağlantısını kopardı: Her isteğini elde etmek, başarıya ve sonsuz mutluluğa ulaşmak, üstün insan olmak, erdemli kişi olup karmaları bitirmek, vs... Bunlar insan doğasıyla uyumlu geliyor mu size? Yeryüzündeki varoluşumun anlamı bu olabilir mi? Bana daha çok egonun Buda kılığına girmiş hali gibi geliyor.

           Bu yönüyle maddecilikten fazla bir farkı yok bana göre.
           "Bir kapının önündeyiz içeride müthiş bir kütüphane var fakat kapının önünde oyalanıyoruz. Uçanı kaçanı seyretmekten bir türlü içeri giremiyoruz" dedi geçenlerde birisi... Yakında bu köşeye de konuk olacak... Ölmez de sağ kalırsak...