30 Ekim 2012 Salı

Maslak 1453'ten de utanıyorum, kendimden de...

        Bu utancı ilk kez 2000'li yıların başında bir röportaj vesilesiyle gittiğim Nurol Plaza'dan,  kendi evimin de bulunduğu İstinye sırtlarından içerilere arsızca ilerleyen yeni yerleşim bölgesini gördüğüm zaman hissetmiştim. Küçük küçük kutular -yani bloklar- şeklinde genişleyen siteler, deniz kıyısındaki tek tük yerleşimin ardından olanca güzeliği ile başlayan yemyeşil ormana bulaşan gri virüsler gibi göründü gözüme.. Herşeyi yiyip yok eden bir bilgisayar oyunu canavarı gibi gövdesinden daha kocaman açılan ağzıyla yeşile doymayacağı besbelliydi. Gözlerimin ıslandığını hissettim.
          Yıl olmuş 2012... Aynı ormanın daha önce katledilen bölgesinde yaşayanlardan biri olarak yine aynı şeyleri hissediyorum. 12 yıl önce gelmiş olmak ya da kat irtifası vicdanımı susturmuyor.
Kendimden de utanıyorum, Maslak'ta sonu gelmeyen 1400 küsurlardan da...

27 Ekim 2012 Cumartesi

Mona Lisa Gülüşü'nün Düşündürdükleri

          Kimbilir kaçıncı kez karşısında karşısında takılıp kaldım. Bir seyirden diğerine geçen zamanda ne değişiyor bilinmez fakat Mona Lisa Gülüşü her defasında farklı bir tat ve başka izler bırakıyor bende.  Başrolü hakkıyla götürse de buna bir Julia Roberts filmi demek Kristen Dunst ve Marcia Gay Harden başta olmak üzere diğer kadın oyunculara haksızlık olur diye düşünüyorum. Bence bir başka haksızlık da içerik benzerliği sebebiyle bu filmi Ölü Ozanlar Derneği'ni takip ve taklit etmekle suçlayarak bir çırpıda silip atmaktır. Sinema yanlızca hikayeden ibaret değildir; replikler, karakterler, belki alt öyküler, müzik, sahneler -ki bende etkisi bambaşka- ve tüm bunların yanı sıra izleyen kişinin hayal gücünden oluşan bir dünyadır kanımca. Bakın bu kez benimkisi nerelerde takıldı: Bir anne-kız diyaloğu...  Mensup olduğu çevre gereği yaptığı prestij evliliğinde çocukluğundan itibaren beynine işlenen rüya prototipin yerine yalnızlık ve aldatılmadan öte birşey bulamayan gözü yaşlı genç kadın, önünde açık duran Mona Lisa röprodüksüyonunu göstererek annesine mutsuzluğunu anlatmaya çalışıyor.


- Gülümsüyor. Sence mutlu mu?
- Önemli olan kimseye söylememek."
- Mutlu görünüyor. Öyleyse, ne önemi var ki!"
- Kirli çamaşırlarını herkesin önünde yıkayamazsın."

            Bu diyalog beni alıp çook eskilere götürdü. Küçük bir kızken etrafımda geçen nice dertleşmeden bilinçsizce dağarcığıma kattığım 'köşeye sıkışmış kadın' hikayelerinin arasında bir tur attım: Kol kırılsa da yen içinde kalması gerektiği için kocalarının alkol, aldatma, dayak ve benzeri hakaretlerinin ayıbını, en çok da annelerinin dayatması yüzünden üstlenip örtmeye çalışan kadınların çaresizliklerini hatırladım. Anneler kızlarını sevmediği için değil şüphesiz, sadece onlar bu çaresizliği daha da ağır koşullarla deneyimlemiş oldukları için..
           İlerleyen sahnelerde aynı karakteri bu kez annesine meydan okurken görüyoruz fakat yüzünde  hâlâ ondan anlayış dilenen ve onun onayını bekleyen bir ifade gizli. Bu kez de Dr. Louann Brizendine'ın "Kadın Beyni" adlı araştırma kitabı geldi aklıma. Biliyor musunuz, bütün bunlar biz daha kundaktan çıkmadan başlıyormuş. Hayatın ilk üç ayında kız bebeğin göz teması kurma ve bakışma yeteneği yüzde 400 oranında artarken bir erkek bebeğin yüz ifadelerindeki gelişimde, bu süreçte hiçbir ilerleme olmadığını gözlemlemişler. Brizendine "kız bebekler duygusal ifadelerle doğarlar" diyor. Kızların, yüz ifadelerini okumak ve ses tonlarını yorumlamak konusunda gelişmiş olan beyin devreleri, onları, erken yaşta sosyal anlamda başkalarının onayını alıp almadıklarını anlamaya itiyormuş. Bu süreçte onayı en çok aranan kişi şüphesiz anneler. İlerleyen yıllarda da hiç şüphesiz ve daima anneler. Yine aynı araştırmaya göre gözlemleme ve duygusal ipuçlarını yakalama yeteneği sayesinde kız çocuğu annesinin sinir sistemini kendine kopyalıyor.
                Bitirirken, beni bunlar ve daha nice çağrışımlarla yüklü hem anlamlı ve hem de keyifli bir yolculuğa çıkaran filme yapılan eleştirileri hatırlamadan edemiyorum.
           Rilke'nin genç bir şaire cesaret verdiği mektuplarında yazdığı gibi:
"Eleştirici sözler kadar bir sanat yapıtına uzak düşen başka sözler yoktur. Her seferinde ele geçen az ya da çok yanlış anlamadır."

             Hayatımızın anlamını  resmin bütününe bakınca farkederiz ama sanat detaylarda gizlidir. Bakmasını bilene...

19 Ekim 2012 Cuma

İbrahim'e inen Koç

                 "Her din metaforik açıdan doğrudur ama kendi metaforlarına saplanıp kaldığında ve bunları olgular olarak yorumladığında başımız dertte demektir"  diyor yüzyılımızın en büyük mitologlarından ve bana göre kendisi de efsane bir hikaye anlatıcısı olan Joseph Campbell. Metafor başka bir şeyi ima eden, akla getirendir. Metaforun gönderme yaptığı şeyi yani simgeyi olayın kendisi zanneden halimiz için de hoş bir benzetmesi var:
                 "Bu restorana gidip mönüde biftek yazılı olduğu için mönüyü yemeye benziyor."
                 Kurban Bayramı yaklaşırken bir marketin promosyon kataloğunda kıyma makinesini görünce "Biz hapı çoktan yuttuk" diye düşündüm. 'Kurban' metaforu şüphesiz bayramın kendisinden çok daha eski, hatta insanlık tarihi kadar eski.
                Canlılar canlıları -bitki ya da hayvan- yiyerek yaşamını sürdürür. Ritüellerin, dinlerin, efsanelerin, kısacası mitolojinin üzerinde en çok çalıştığı sorunlandan biri de varoluşumuzun bu acımasız ön koşulu ile zihni uzlaştırmaktır.
                İlkel avcıların hayvan tanrılarını onurlandırma törenleri, derken insanların tanrılara kurban edilişi ve nihayet İbrahim'e inen koç...
                Kurban bayramında eziyet gören hayvanlar toplumun vicdanını yaralıyor. Bunun yanı sıra  bir kıyıma son veren yüce bir efsanenin aldığı yara da beni rahatsız ediyor. Eskiden bütün hikayeler insanların zihinlerinde yaşarmış. Dinin ya da efsanelerin bâtınî anlamına bu derece uzak düşerek ucuza et yesek de fakirleşiyoruz.

18 Ekim 2012 Perşembe

Melekler... Allah... Noel Baba...

                                              
             
                  Küçük kızım meleklerin varlığına inanıyor çünkü onlar her yere tüy bırakıyorlarmış:) Tüy toplama akımı çocuklar arasında da yayılıyor anlaşılan. Hiçbir itirazım yok, iyi şansa, güzelliklere inanması benim için yeterli bir kazanç. "Fakat Allah yok" dedi sonra "Neden? Bence var" dedim titrek bir sesle gerisini nasıl getireceğimi bilememenin verdiği tedirginlikle. "Olmaz öyle şey" dedi "Nasıl? Bizim gibi mi? Nerede yaşıyor mesela?" Çok haklıydı, kanıt istiyordu. Cennet-cehennem öykülerinin çocukların psikolojisini nasıl bozduğunu bildiğimden adını bile anmadım. Ayrıca kanıt arayanlarla aramayanlar arasındaki itiş-kakış yüzünden, Adem ve Havva'nın bir zamanlar bilgelikle dolu olan,  o muhteşem hikayeleri tiftik tiftik edilip tadı kaçalı çok olmuştu. 

           Kızım masallardaki dünya ile yaşadığımız dünyanın birbirinden farklı olduğuna ikna olmuştu... Bizim uçamıyor olmamız peri tozunun gerçek olmadığı anlamına gelmiyordu mesela. "Bir de ayrıca Allah'ın yaşadığı dünya var" desem  sorusu kestirmeden yanıtlanmış olacaktı. Fakat sadece kendi içinde bulabileceği bir gerçek için ona kanıt uydurmaya hakkım var mıydı? Ayrıca birşeyi gerçek yapan da sadece ve sadece ona duyulan inanç değil miydi? Yönlendirme değil belki ama onu biraz cesaretlendirebilirdim eğer bu konuşma taksiden inerken para çıkarma telaşım sırasında yaşanmış olmasaydı. Sonra bu hikayeye rastladım. Meleklerden bir tüy gibi geldi bana:)

             1987 yılında küçük bir kız çocuğu New York Sun gazetesine arkadaşlarının ona Noel Baba'nın uydurma olduğunu söylediklerini yazıyor. Gazetenin ona gerçeği açıklamasını istiyor. Ve Sun bence takdire değer bir karar alarak kıza şu yanıtı veriyor: 
"Sevgili Virginia, arkadaşların yanılıyorlar. Onlar bu kuşkucu zamanların kuşkucu düşüncelerin kurbanlarıdır. Sadece gördükleri şeye inanırlar. Oysa Sevgili Virginia, Noel Baba vardır. Nasıl ki aşk, cömertlik, saygı varsa o da vardır. Ve sen onların var olduklarını bilirsen onlar çoğalır. Onlar insanın hayatına güzellik ve neşe katarlar. Çünkü en gerçek olan şey ne büyüklerin ne de çocukların görebildikleridir. 

9 Ekim 2012 Salı

Harika bir kitap, etkileyici bir film




             Bir kanser hastasının kemoterapi günlüğü şeklinde kaleme aldığı satırların bana yaşama sevinci verdiğini söylesem bilmem inanır mısınız? Okuyun ve karar verin:
         "Daima boşalan bir aklın, giderek daha az çatışmalı bir yüreğin ve her zamankinden daha hızlı akan zamanın tadını çıkarıyordum."   
            Bu satırların saçlarını, çokça anlam yüklediği kaşlarını ve öğrencilik yıllarından beri kesmediği bıyıklarını hep birden kaybetmiş; bununla da kalmayıp cildinin sağlıklı rengiyle koku ve tad alma duyusunu da kemoterapi koltuğunda rehin bırakmış bir adamın hissizleşen parmak uçlarından döküldüğünü gözünüzde canlandırarak bir kez daha okuyun.
            Her gün herşeyin ne kadar daha kötüye gittiğine dair rapor vermeyi görev edinen yüzlere ve ekranlara karşı artan  tahammülsüzlüğüme ilaç gibi geldi Terzani,  benim yerime haykırıverdi: Kötüye giden tek şey sensin!  
          İtalyan asıllı uluslararası gazeteci Tiziano Terzani'nin kanser tedavisi için gittiği NewYork'ta kendi tercihi doğrultusunda yalnız başına kaldığı tek odalı daracık dairenin küçük camından güneşin doğuşuna ve batışına yazdığı güzellemeyi okuyunca gerçek özgürlüğü bir kez daha hissettim. Evet özgürlüğe sahip olamazsınız, hissedebilirsiniz, bunu tercih edebilirsiniz ancak. Zira insan zaten sahip olduğu birşeyi tekrar nasıl edinebilir ki? Kemoterapiden sonraki en ağır yorgunluk günlerinde bile sırf bedenini bir nefret nesnesiymiş gibi görmemek için parktaki gezintilerine ve yürüyüşlerine devam ederken "Kimi zaman kendimi inandırmakta güçlük çeksem de eninde sonunda sahip olduğum tek beden buydu ve onu dinç tutmak yapabileceğim en iyi şeydi" diyor. Bütün günlük faaliyetlerini, size daha anlamlı yaşamak için ilham kaynağı olacak sayısız ayrıntıyla örerek anlatıyor. Kanser olmanın acınası hallerini değil ayrıcalıklarını görmeyi seçiyor:
            “Kanserle birlikte artık kendimi hiçbir konuda görevli hissetmeme, suçluluk duymama hakkını elde etmiştim. Mutlak özgürleşmiştim. Tuhaf görünebilir ve kimi zaman bana da tuhaf görünüyor ama mutluydum.”
            Aslında geçen haftalarda,  Terzani'nin son günlerinden bir kesit aktaran biyografik filmde kendisini canlandıran Bruno Ganz'ın performansı yakaladı beni. Bruno Ganzzzzzz, İtalyan asıllı İsviçreli muazzam bir aktör, bu yazıya hedefini şaşırtabilecek derecede etkileyici.
“Son Değil Başlangıç” adlı bu film beni, Terzani'nin Türkçeye çevrilmiş tek kitabına götürdü "Atlıkarıncada bir tur daha": Her cümlesi ilham ve bilgelik dolu bir veda metni. “Uzatma da, kanserden ölmüş mü?” diye soracak olursanız ki bunca girizgâhtan sonra haklısınızdır, size yine Terzani’den bir yanıt vereyim: “Evet ölmüş çünkü  doğmuştu.” Önemli olan doğumun ve ölümün hayatın iki ayrı görünüşü olduğunu anlayabilmekmiş; doğarken hepimizin başladığı yolculuğun gerçek hedefi bir şekilde bu kavrayışı yakalayabilmekmiş: Dışarıdan içeriye, küçükten büyüğe...
               Terzani’nin vedası kemoterapi günleriyle sınırlı değil, bu sadece bir başlangıç. “Ben sadece iyileştirilecek bir beden değilim” dediyse de batılı doktorlarını eğlendirmekten öteye geçemediğini görünce, aynı zamanda bir ruh, öyküler, deneyimler, duygular,  düşünceler ve heyecanlar birikimi olduğunu ispatlamak ve bunun hastalığı ile ilişkisini keşfetmek üzere ‘Atlıkarınca üzerinde son bir tur’a daha çıkıyor; kendini tekrar etmemek kararlılığıyla.  Hindistan’dan Tayland’a, Filipinler’den Himalayalar’a uzanan 654 sayfalık derinlikli bir yolculuk. Evet biraz meşakkatli bir okuma fakat yıllarca Der Spigel, La Reppublica, Corriere della Sera gibi uluslararası yayın organlarında Asya muhabirliğini yürüten  Terzani’nin pürüzsüz dili, deneyimi, gözlem yeteneği ve kuvvetli anlatımıyla su gibi akıyor. Son zamanlarda kitapçı raflarında pıtırak gibi türeyen kes-yapıştır Zen kolaycılığının ağzınıza çaldığı bir parmak balın yerine “Atlıkarıncada bir tur daha” keyif, farkındalık ve yüksek anlayış vaadediyor.   Eren Yücesan Cendey’in keyifli çevirisiyle… 

4 Ekim 2012 Perşembe

LEYLÂ'YI TAKDİMİMDİR




        " Parkın çıkışında durup uzun süre arkasından izledi. Çok değişmişti Leylâ ama ne gariptir ki insanın yürüyüşü hiç değişmiyordu. Etkileyici bir yürüyüşü vardı Leylâ'nın, ardından geleni mıknatıs gibi çekerdi; farkına bile varmadan adımları sıklaştırıp yüzünü görme isteği oluştururdu insanda. Omuzları hep dik, başı vücudundan bir parça geride yürürdü. Uçlarında buklelenen siyah saçları uzun boynunu ve omuzlarını teğet geçip sırtına dökülürdü. Güçlü omuzlarına tezat beli ve kolları incecikti. Leylâ'daki sihirli formül Sevil'in her zaman ilgisini çekmişti. Süzülerek yürürken nasıl olup da bu kadar güçlü görünebiliyordu? İnce uzun bacakları yere kök salmak istercesine sağlam basardı. Efsunlu bir hare taşırdı sanki; Leylâ'yı gören onunla konuşan kayıtsız kalamazdı. Sadece güzelliği ile izah edilemeyecek bir çekiciliği vardı. Zeki, meraklı, heyecanlı ama güven veren; atak ama aynı zamanda zarif bir karakterdi. Sevil böyle sihirli bir birleşimin Tanrı'nın lütfu olduğunu ve Leylâ'nın hayatın hakkını vereceğini düşünürdü. Bir haber merkezinde stajyer olarak işe başladığını söylediği gün, onu dünyayı dolaşırken hayal etmişti Sevil. Yeni yerler, yeni insanlar tanıyacak, gerçeğin peşinde koşacaktı. Bir yıl sonra kutu bebeği olacağı hiç aklına gelmemişti. Sahi hangi ara bu hale gelmişti? "


             Hiç aklımda yokken beni romancı kendini de roman karakteri yapan bu genç kadın, yine hiç aklımda yokken bir blog açmam için hem ilham kaynağı hem de itici güç oldu.  Yaklaşık iki yıl önceydi, kendi kendimle al takke ver külah hesaplaşmalara boğulmuşken, Leylâ bir düğün dekorunda çıktı karşıma. Kar beyazı gelinliğinin içindeki hali nedense acı bir tat bırakmıştı bende, etkilendiğimi itiraf etmeliyim.  Ama onaltı yıl boyunca bir haberci gibi düşünüp, bir haberciye yakışan söz, eylem ve gerekçeler üretmeye programlı olan aklım böyle hayal oyunlarına hiç alışkın değildi, dolayısıyla onu pek ciddiye almadı. Rüya dediğin gece yatınca görülür, sabah uyandığında hayat tüm gerçekliği ve katılığıyla akmaya devam ederdi. “Akıllı ol” dedim, “Ayakların yere bassın”... “Basmasa ne olur ki? Bugüne kadar bastı da ne oldu?” demem dört beş ayımı aldı, o genç kadın ortalarda görünmese de gitmeden önce bir düğmeye bastığı kesindi. Zaten perdeyi ufacık aralamamla içeri sızıp anlatmaya başlaması bir oldu. Şimdi dönüp baktığımda bir hayalin peşinden gitmenin ne kadar gerçek olduğunu görüyorum. O güne kadar görmezden geldiğim nicelerini yaşam bahçesinde tek başına oynamaya terkettiğimi de düşünmeden edemiyorum. Hayal kurmanın, düşüncelerini bir kalıba dökmeye çalışmadan dinlemeyi öğrenmenin, kalbini kayıtsız koşulsuz açmanın –elbette ilk önce kendine- yeryüzünde ruhumuza nefes aldıracak yegâne kanal olduğundan şüphem yok artık.  Böyle başlamamış mıydık? Çocuktuk, kendimizi yargılamadan hayal kurup, bu hayali dünyada oynardık, mutluluğumuz ve kahkahalarımız tüm zamanlarımızdan daha gerçekti.
            Leyla’nın öyküsüne nokta koyalı epey zaman oldu, o artık kitapçı raflarında ya da kimbilir hangi okuyuca bıkıp usanmadan anlatmaya devam ediyor, yenileriyle buluşmak için zaman kolluyor. Ben oyuna yeni arkadaşlarla devam ediyorum. 
Sen de var mısın oynayalım? ...